#8

1.7K 144 10
                                    

Sonunda bir yeni yıl heyecanı daha dört bir yanımızı sarmış, Aralık ayının yarısı çoktan bitip gitmişti. Tıp Hukuku ile tanışmaya devam ediyordum ve Ankara'da tam bir hafta sürecek şahane bir eğitim programına kayıt olmuştum.

Yılsonuna denk gelen bu süreçte çalıştığım ofiste işler oldukça yoğun gidiyordu. Durmaksızın yepyeni bir boşanma davası geliyor ve hazırladığım her yeni dava dilekçesi beni biraz daha hayal kırıklığına uğratıyordu. Acaba sonu boşanmaya varmayan bir evlilik artık yalnızca rüyalarda mı görülür olmuştu?

Yakaladığım her boş zamanda hep bilgisayarım çağırıyordu beni. Tıp Hukuku birikimlerimi derlemek hoşuma gidiyordu. Her gün sayfalar dolusu paragraf yazıyordum.

Bu sırada en yakın arkadaşım evlilik hazırlıkları yapıyordu ve ben düğün için diktirmekte olduğum kırmızı elbisenin provaları nedeniyle neredeyse her gün moda evine gitmek zorunda kalıyordum. Üstelik yeni çocuk kitabımın basımı için anlaştığım yeni yayınevimle sık tekrarlamak durumunda kaldığımız toplantıları mümkün olduğunca ertelememeye çalışıyordum.

Yani özetle bomba gibi tatlı telaşeli bir temponun tam ortasındaydım; ama Ankara'daki eğitim programım başlamadan önce iki gün Eskişehir'e uğrayacaktım. Ne yani, yalnızca iki güncük buz prensiyle aynı şehirde yaşamanın hayalini kuramaz mıydım?

Yine delice bir girişimde bulunuyordum. Delice olduğunu biliyordum; çünkü bu naif adımlarımın karşılığını buz prensinde asla bulamayacaktım. Ama yine de devam ediyordum işte.

Kendime Tepebaşı'ndaki otellerden birinde bir oda ayırtmış, hemen gittiğim akşam için buz prensini yemeğe davet etmiştim. Ne yalan söyleyeyim, günden güne daha büyük bir özgüvenle doluyordum. Neredeyse reddedilme korkuma meydan okuyordum. Ve bence hiç de fena sayılmazdım. 

O akşam yemek davetimin havada asılı kalabileceğini göze almıştım; hatta her ne kadar kadın doğum kliniğine telefonla ulaşıp nöbetçi listesini öğrenmiş olsam da, sürpriz gelişmiş bir nöbet durumu da söz konusu olabilirdi. Ne de olsa buz prensi beni reddetmeye alışıktı. Pek çok ayrıntıyı hesaplamış olsam da, kendimi buz prensi karşısında önceden garantiye alabilmem söz konusu değildi.

"Eskişehir'deyim, bu akşam birlikte yemek yiyelim mi?" yazıp sonuna mahcup bir gülücük iliştirdiğim mesajıma karşılık;

"Çok zor hayatım,"

"Maalesef canım,"

"Gerçekten çok yoğunum," gibi cevaplar gelebilirdi.

Böyle karşılıklar okuduğumda, her defasında tahminimin on katı kadar demoralize olduğum için, kendimce totem'li bir mesaj okuma tekniği geliştirmiştim. Telefonumun bildirim ekranına düşen mesajı, ekranımın ışığını açmadan elimle kapatıyor, sonra en sağdan yavaş yavaş açarak sondan başa doğru harfleri birleştiriyordum. Son kelimede herhangi bir olumsuzluk ifadesine rastlamazsam eğer, bu reddedilmeyeceğim demek oluyordu. Her zaman başarılı olamıyordum ama kalp çarpıntılarımı kesinlikle rahatlatıyordu.

Eskişehir'e ulaşıp otel odasına eşyalarımı bıraktıktan yalnızca üç dakika sonra buz prensinden gelen mesaj beni hazırlıksız yakalamıştı. Ekranda pat diye "Süper olur!" mesajını okuyuvermiştim. Şansımın döndüğünü hissediyordum. Tutuşmuştum. Elim ayağım birbirine dolanmış, sırt çantama diş fırçamı ve pijamalarımı atıp otelden hızla ayrılmıştım.

Mesai bitimine kadar bir saate yakın vaktim vardı. Tramvaya atlayacak, son durağa kadar camından Eskişehir sokaklarını seyredecek ve hastaneye gidip buz prensine sürpriz yapacaktım. Klinikler binasının kapısına ulaştığımda, hava kararmaya yüz tutmuştu ve ben soğuktan donmak üzereydim. Sıcaklık eksi derecelerde olmalıydı. Eldivenin içinden çıkardığım tek bir parmağım dahi mesaj yazmakta zorlanıyordu. Binanın girişini fotoğraflamış, altına;

"Seni kaçırmaya geldim!" notu düşüp hop diye buz prensine göndermiştim.

Ve;

"Oo süper, birazdan geliyorum hayatım," cevabını aldığımda, çoktan binanın içindeki bekleme koltuklarına yerleşmiştim.

Bu çocuğu gerçekten çok seviyordum. İçinde onun olduğu yerlerde bulunmaktan mutluluk duyuyor, sevdiği bir şeyleri yapmaktan keyif alıyordum.

Mesai çıkış saatinde hastaneden ayrılamamış, bir bebek ölü doğduğu için beni iki buçuk saat kadar bekletmek zorunda kalmıştı; bense kendim için değil sadece maruz kaldığı duygusal yükten ötürü buz prensi için üzülmüştüm.

O tanıdığım en merhametli doktordu. Ve ömrümün sonuna dek tanıyacağım en vicdanlı kadın hastalıkları ve doğum uzmanı olacağından hiç şüphem yoktu. Karşısındakine müthiş güven veren yumuşacık bir elektrik yayıyordu. Hep çok yorgundu; ama hiç şikâyet etmiyordu. İşini kalbiyle yapan bu çocuğa hayranlık duymamamın imkânı yoktu öyle değil mi?

Sahi; bir koca günün içerisinde her ne yaşanırsa yaşansın, sarılsak her şey geçmez miydi?

Bana göre zor bir günün ardından en güzel şeylerden biri büyük bir kucaklaşmaydı. Bazen bu kucaklaşmanın gücünü hiç bilemeyebilirdik; ama öyleydi işte. Karşı konulamaz bir büyüsü, huzur veren yumuşak bir yanı vardı. Gücü bütün buzları eritebilirdi. Bütün mesafeleri ve ayrılıkları unutturabilirdi. Bütün suratsızları gülümsetebilir, bütün küsülenleri affettirebilirdi.

Çok âşık olduğum için mi böyle geliyordu emin değildim ama buz prensine sarılmak müthiş bir histi. O koskocaman cüsseye usulca sokulmak bana kendimi çok güvende ve mutlu hissettiriyordu. Aynı enerjinin ona da geçmesini çok istiyordum ama buz prensi paylaştığımız hiçbir an için asla yorum yapmıyor, duygularını kesinlikle paylaşmıyordu. Katıydı. Aşılamaz sınırları vardı. Genelde kol mesafesini koruyan insanlardandı. Yılışık, laubali, romantik havalardan hiç hoşlanmayan ben için bu tavırları baştan çıkartıcıydı. Benim kalbimin korunaklı bir bölgesi vardı ve o bölgede bundan sonra buz prensinden başkası olmayacaktı.

Saat neredeyse dokuza geliyorken biz hastaneden ancak ayrılabilmiştik. Yorgunduk. Buz prensi benden çok daha fazla yorgundu. Tatlı kucaklaşmamızın ardından yemeği evde yemeyi teklif etmişti. Bir kebapçıdan istediğimiz dürümlerimiz geldiğinde buz prensi duşunu çoktan almıştı ve mis gibiydi.

Evi sıcacıktı. En az kendisi kadar yakışıklı görünüyordu. Çok güzel kokuyordu ve tertemizdi. Şekil olarak tam bir bekâr eviydi. Kapıdan girdiğimizde ilk dikkatimi çeken, tıp kitaplarıyla dolu bir kütüphane olmuştu. O ciltli koskocaman kitapların hemen yanı başında da, çok tanıdık bir kitap duruyordu;

'Bi' Kerecik Sarılalım mı?'

Vay canına, demek alıp okumuştu. Bu kitap hiç yazılmamış gibi üstünü adeta bir sır perdesiyle örtmüştük ama aslında baştan sona bütün hislerimin okunmuş olduğunu bilmek tuhaf bir duyguydu. Biraz sarsılmıştım. Kendi köşemde yazarken kolaydı da, evde pat diye kendi çıplak duygularımla yüzleşmiş olmak o kadar da kolay gelmemişti. Bütün bir yayın süreci gözümde canlanmıştı, o zamanlar buz prensinin beni aramasını öyle çok beklemiştim ki...

Bence görmezden geldiğimiz sır perdesini aralamak için doğru bir gece değildi. Bu yüzden ben de bir kez daha görmezden gelmiştim. Aslında bunca zaman aklımdaki sorular birleşip dev olmuşlardı ama yine soramamıştım işte. İş telaşlarımızdan konuşup karşılıklı yemek yemiştik.

Sonra salonun köşesinde bir gitar çarpmıştı gözüme. Buz prensinin sesinden Kupa Kızı Sinek Valesi'ni dinlemiş, Teoman'dan çok daha iyi olduğu gerçeğini kendime saklamıştım. O güne dek ünlü olmayan birinin sesinden hiç bu denli etkilenmemiştim. Hem de hiç.

Saat gece yarısını gösterdiğinde gözlerimiz yarıya düşmüş, yatma vaktimiz gelmişti. Ben otelime dönmek istiyormuş gibi davranmıyordum ve buz prensi de bununla ilgili herhangi bir soru sormuyordu. Dışarıdan gelen cadde gürültüsü iyiden iyiye azalmıştı. Buz prensi ansızın koltuktan kalkmış, televizyonu kapatmış, telefonuna sabah için alarm kurmuş ve;

"Artık yatalım mı?" diye sormuştu.

Tek bir gece aynı evde baş başa kalacak olmanın heyecanına bile yeni yeni alışabiliyorken; aynı yatakta uyuyacak olmak, benim için taşıması zor bir sır olacaktı doğrusu. Heyecandan yanaklarımdan ateş fışkırmış, ellerim ise gerginlikten adeta buz tutmuştu. Makyajımı yıkayıp pijamalarımı giydiğimde, buz prensi yatağın sağ kenarına yatmış beni bekliyordu. O gece neler olacağı hakkında en ufacık bir fikrim dahi yoktu. Yine büyük bir kalp çarpıntısıyla yorganın altına girdiğimde, yan yana olmanın hazzı beni doyurmuştu. Buz prensinin elini belimde hissettiğim an'ın, nefesinin kendi nefesime karıştığı o ilk dakikanın şu hayatta başka hiçbir karşılığı olamazdı.

Biliyordum ki sevişmek doğal bir ihtiyaçtı. Ve yine biliyordum ki sevişmek çizgisizdi. O gecenin o dakikaları yalnızca buz prensiyle bana aitti işte; biz nasıl istersek, her şey öyle şekillenecekti. Birbirimize değdiğimiz an stresim yerini tatlı bir aidiyet hissine bırakmış, ellerimdeki buz ansızın çözülüvermişti.

Bana sorarsanız öpüşme sevişmesi, gecemiz için iyi bir seçenekti. Bu bence yeterliydi. Çünkü duyguları kontrol etmenin zorluğunu tahmin edebiliyor; ama devamına geçmek istemiyordum ben. Bu bir korku değildi bence. Sanıyorum pişman olma kaygısı da değildi. Endişe ya da çekince ya da her ne ise, hiçbiri değildi. Sadece saatlerce öpüşmek harika bir fikirdi. Hepsi buydu. Sınırsız bir öpüşme sevişmesi gibi... Ben kadar titiz ve takıntılı bir kız için o gece dallandırıp budaklandırmadan, fazla eveleyip gevelemeden, çok suyunu çıkarmadan, tadını kaçırmadan, son derece hassas geçebilirdi.

Bunu yapabilirdik. Fakat ne var ki, böyle gecelerin planlamalara çok da açık olmadığını öğrenmem uzun sürmemişti.

Aslında tamamen baş başa kalacağımız bir gecenin hayalini defalarca kez kurmuştum. Ama biraz ileriye gidebileceğimiz aklımın ucundan dahi geçmemişti doğrusu. Yaşadığım bütün hisler benim için ilkti. Büyülenmiştim. Öyle güçlü büyülenmiştim ki üstelik, etkisinden hiçbir zaman çıkamayacaktım.

Üzerimize tişörtlerimizi yeniden giydiğimizde buz prensi bana bir bardak su getirmiş, sonra elini belime koyup şıp diye hızlıca uykuya dalmıştı. Benim bildiğim, insanlar uyurlarken çirkin olurlardı; oysa o, o güne dek gördüğüm en güzel uyuyan insandı. Sol kolunu benim yastığıma uzatmış, başını usulca kendi yastığına gömmüştü. Koskocaman cüsseli bir adamın bu denli korunmasız ve -bunu söylediğim için bana kızacağını biliyorum ama,- tatlı görünüyor oluşu çok tuhaftı. Dakikalarca yüzünü izlemiş, sonra birden yanağından pat diye öpüvermiştim. Öyle yorgundu ki, ruhu bile duymamıştı. Acaba o gece o şehirde yorgunluktan öpüldüğünü bile anlamayacak kadar derin uyuklayan ondan başka erkek var mıydı?

Platonik Bir Aşka Tüpsüz DalışHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin