#6

1.8K 153 9
                                    

Gizli küslüğümüzün üzerine, sonunda 2018 yılının Mayıs ayı da bitip gitmişti. Ben buz prensini düşünmeyi hiç bırakmamıştım; ama arada, paylaşılması gereken öyle çok hikâye kaçırmıştık ki...

Doğrusunu isterseniz bazı gerçekliklerle tanışmam uzun zamanımı almıştı; ama sonunda tanışmıştım. Kadınları, erkekleri ve ilişkileri anlatan kitaplara tonlarca para yatırmıştım. Söyleşilere katılmış, ilişki terapistleriyle sohbet etme fırsatları yakalamıştım. Bu süreçte, asla kabul etmek istemediğim bazı gerçeklerin kalbimi çok fazla kırdığını söylemeliyim.

Buz prensinin beni kaybetmekten korkmuyor olduğunun farkına vardığımda yaşadığım üzüntüyü dün gibi hatırlıyorum.

Evet, korkmuyordu ve ne yazık ki bunun sebebini öğrenmek hiç de zor olmamıştı. Birisine hayatınızda küçük ya da büyük hiçbir anlam yüklemiyorsanız eğer, onu kaybetmekten korkmanız da gerekmiyordu elbette. Hepsi buydu.

Tanışıklığımız süresince buz prensinin bana hiç soru sormamış olduğu gerçeğiyle yüzleşmek de epey yıkıcı olmuştu. Benim bazı beklentilerim çok ters köşe, çok aceleci, çok sabırsız ve çok pürüzsüzdü. Bu nedenle buz prensi bana bir yerlerde benim ne istediğimi samimiyetle sormuş olsaydı ona ne cevap verirdim bilmiyordum ama yine de merak edilmek kesinlikle çok değerli bir his olmalıydı. Kontrolümü kaybettiğim, duygularıma yenik düştüğüm bir sürü zaman olmuş olabilirdi; ama eminim sahiplenilmiş olmak paha biçilemezdi.

Bazen anlamsızca sevdiğimiz bazı insanların bazı davranışlarını görmezden gelebiliyorduk. Bizi hiç utandırmayacaklarına inanıyor; fakat bir yerlerde utanabiliyorduk. Ya da hoşlanmayabiliyorduk. Bu sefer böyle değildi işte. Bu sefer ben buz prensinin her şeyini ayrı seviyordum. Söylediği her kelimeye... Havasına, kaçışına bayılıyordum. Demek "Aşk bir masal," dedikleri doğruydu.

Böyle bazı sabahlar uyandığımda odama ışıl ışıl gün doğmuş oluyordu. Camı açıyordum, hava mis! Krep pişirmek geçiyordu içimden. Herkesten önce kahvaltıyı hazırlamak... O sabahlarda buz prensini hayal ediyordum içimden, bir gün böyle bir sabahta kahvaltıyı hazırladıktan sonra gidip uyandıracağım kişinin o olmasını umuyordum. Sadece bir sabah... Öperek, mis kokmuş bir eve!

Neden olmasındı ki?

"Yaşıyorsak, hala umut var demektir," diyen Romalı filozof, Lucius Annaeus Seneca'ydı öyle değil mi?

Bu cümlenin büyüsüne kapılmamak elde değildi.

Buz prensi bir seneden fazla süren sessizliğini bozmaya karar verdiğinde, karşılıklı oturup ağız tadıyla kutlayamadığımız bir doğum günü daha geçip gitmişti. Ve bir gün ortasında ansızın telefonuma düşmüş olan "özledim," mesajı, kalbimi yerinden söküp almış, onca zaman bütün hissettiklerimi unutturmuş ve yine o kazanmıştı.

Mesajı okuduğumda Muhteşem Showman filminden bir sahne düşmüştü aklıma. "En karanlık günde bile düğmeye basıp ışığını yakabilirsin," repliği bir flaş gibi patlayıvermişti. O düğmeye kendi başıma basmaya cesaret edemeyişim içler acısıydı; ama ne olursa olsun o ışığın sonunda yanabilmiş olması iyiydi.

Çok eskiden yaptığımız bir konuşmayı hatırlıyorum da şimdi...

Buz prensi bir keresinde bana terk edildiğinde değil, terk ettiğinde daha çok acı çektiğini söylemişti. Bana sorarsanız, bu bir yanılsamaydı. Terk edilen her zaman daha çok acı çekerdi, çünkü terk eden o düğmeye istediği zaman basabilme gücüne sahipti. Çaresizlik duygusuyla mücadele etmesi gereken, ışığını yakabilme cesaretini bir türlü gösteremeyen, sevgisi ve gururu arasında hunharca seken hep terk edilendi.

Benim hissettiklerim de aynen böyleydi.

Aylarca beni hiç aramamış ve canı istediğinde çat kapı geri gelmiş olduğu için buz prensinin "özledim," mesajına büyük bir heyecanla cevap yazmış oluşum, sanıyorum tam bir delilikti. Ama bana hissettirdiği, uzaktan görünenden çok farklıydı. Çünkü bana sorarsanız, insan içinde saklı olmayan bir şeyi ağzından kaçıramazdı. Bana düşündürdüğü şey, bu karmaşık yaşamın içinde sevmenin inceliklerini nasıl da unuttuğumuzdu. Yüreğime hop diye düşürdüğü duygu, tarifi imkânsız tatlı bir mutluluktu. Kısa, içten, öyle ince bir mesajdı ki "özledim,"... Çarpılmıştım. Bir sohbeti devam ettirmek daha önce hiç böylesine keyifli gelmemişti. Uzun zamandır hayalini kurmakta olduğum geri dönüşe kavuşmuş olmaktan mutluluk duymuştum. Büyük bir hızla, birbirimizin hayatında yeniden yer edinmeye başlamıştık. Neredeyse her gün, günümüzü her telinden çalıyor; yazdığım kitaplar hiç yazılmamış gibi davranıyorduk. İnanır mısınız bilmem; o kitapların varlığından hiçbir zaman konuşmadık.

Şaşırdım mı?

Elbette hayır.

Bilinmesi gerekir ki, hassas kalpli kızların anıları üzücüklü hikâyelerle doludur. Fotoğraf karelerini peş peşe geçince, gözlerinden yaşlar seller gibi süzülür. Maalesef benim gerçeğim de bu.

Ne mi?

Anlatayım.

Üniversiteye başladığım sene sınıfımızda hoşlandığım bir çocuk vardı. Karizmatik, cool, janti bir çocuktu. Okul sıralarında pek rastlanmayan türlerdendi. Onu gördüğümde heyecanlanıyor, onu görmek için küçücük fakülte binamız içinde dört dönüyordum. Ama bir türlü tanışamamıştık. Uzatmalı bir sevgilisi olduğunu öğrendiğimde ise ondan tamamıyla vazgeçmiştim.

Vazgeçtiğime ikna olduğumu düşündüğüm gün bir balık aldım kendime. İsmini janti çocuk koydum balığın. Fanusunu yatağımın başucuna yerleştirdim. Cup cup, şıp şıp haftalarca odamdaki en tatlı ses hep ona ait oldu. Ve sonra bir gün pat diye öldü. Yağmurlu bir günde koştur koştur odama döndüğümde, ölü balığım öylece fanusun dibinde yatıyordu. Alıp gömdüm onu evimin bahçesine. Bir daha da hiç evcil hayvan beslemedim. "Şu ölümsüzlük iksirini ne zaman bulacaklar," başlıklı bir kitap doğdu doğmasına o gün ama sizce içimden kopan parçaların var mıydı geri dönüşü?

Ben derinden yaşadığım bir çaresizlik hissini minicik bir balığa bağlamıştım aslında. Tutunduğum dal, üzerine ağır bir yük yüklemeye çalıştığım balığımdı. Onun ölümüyle yüzleşmemle birlikte çaresizlik hissi, yerini kaybetmişlik hissine bırakmıştı. Janti çocuk sonunda tamamen yok olup gitmişti. Yanında hayallerimi de götürerek...

Psikolojide bunun bir yeri olduğundan emindim. Belki de bir gerçeği kabullenmekten kaçmanın neden yanlış olduğunu açıklamak için bile kullanılabilirdi. Belki de bu bir hataydı. Belki de janti çocuğun ulaşılmaz olduğu gerçeğiyle yüzleştiğimde, onun için kurduğum hayallerden vazgeçmiş olmam; onu hayatımda, aklımda ve kalbimde tutmamam gerekirdi. Belki öyle daha doğru olurdu. Belki buz prensinin karşısında da aynı hataları yapıyordum ve hiç kimse beni bundan alıkoymaya çalışmıyordu. Hiç kimse sonu görünmeyen bir sevdanın peşinden koştuğumu ve buz prensinden vazgeçmem gerektiğini söylememişti. Her geçen dakika daha da bağlanır olmuştum.

Bazı dergi yazıları; "Bir erkek bir kadınla olmak isterse, ne olursa olsun bunun gerçekleşmesini sağlar," diyor ve buz prensinin benimle görüşme fikrini dile bile getirmiyor oluşuna atıf yapıyor,

Oscar Wilde; "Size kendinizi sıradan hissettiren hiç kimseyi sevmeyin," diye haykırıyor ve açıkça buz prensinden vazgeçmem gerektiğini öğütlüyor,

Ve içimden bir ses devamlı olarak bu çocuktan bir cacık olmayacağını söylüyordu. Ama bunlara inanmak benim için gerçekten çok zordu. Yanlış davranmak, yanlış kararlar vermek, hatta yanlış düşünmek bile mümkündü; ama yanlış hissetmek diye bir şey mümkün olabilir miydi?

Düşüne düşüne sonunda sahiden de güçlenmiştim.

Kim demişti ya, "Aşk acısı iyidir; öldürmez, güçlendirir," diye?

Platonik Bir Aşka Tüpsüz DalışHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin