Sonunda bir yaz tatiline daha kavuşmuştuk. İçim kıpır kıpırdı. Yine hayatımda bir sürü şey iyiye gidiyordu. İş yoğunluğum, eğitimlerin tatlı telaşeleriyle örülmüşlerdi. Şehirlerarası yolculuklarım tatlı tatlı devam ediyorlardı. Ağustos ayının ortasında ise çocuk hakları kongresi için Antalya'ya uçak biletim vardı.
Havalı bir otelde konaklayacaktım. Hava sıcaklığının buharlaşma seviyelerinde seyrettiği sabah ve akşamüstü saatlerinde, Konyaaltı'nda denizin tadını çıkarmayı planlıyordum. Ve gitmeden önce buz prensine de yazmıştım.
"Birkaç gün Antalya kaçamağı yapmak ister misin?"
Bence heyecanlı bir teklifti. Ve pat diye kabul etmişti. Demek sonunda bir kez daha görüşebilecektik; sarılabileceğimizi umut ettiğim hafta sonu için program hazırlarken kalbim küt küttü.
Buz prensi Antalya'ya geldiğinde, benim bir haftalık kongrem bitmiş olacaktı. Dönüş biletimi üç gün sonrasına ertelemiş, ikimizi de daha önce fotoğraflarıyla büyülemiş Villa Lukka'dan iki oda ayırtmıştım. Zeytin Dalı'nın en güzel köşe masasına rezervasyon yaptırmıştım. Hayatımda ilk kez meyhaneye gideceğim gecenin sabahı için de bir extrem sporları parkına bilet almıştım. Biraz buz prensinin zevkinden, biraz benim zevkimden çalacaktık; çok iyi vakit geçireceğimizden emindim.
"Çocuk hakları" yeni kitabımın konusu olacağından uzun zamandır katılacağım güne doğru geri sayım yaptığım kongrenin üçüncü gününe kadar her gün mesajlaştık buz prensiyle. Benim bizzat sorumluluğunu üstlendiğim program hakkında konuştuk sık sık. Haberleştik. Sohbet ettik. Ama sonra yine ummadığım bir şey oldu. Ve buz prensi hop diye bana sırtını döndü. Mesajlarım havada asılı kaldı. Telefonlarım açılmadı. Buz prensi ortada fol ve yumurta yokken bana küsüştü ve tatlı tatlı kurduğum bütün hayallerim elime yüzüme bulaştı.
Ulaşabilmek için günlerce çırpındım. Ve son an'a dek umudumu hep korudum. Bir sebep sunmasına bile gerek yoktu, en azından "gelemeyeceğim," demesini bekledim. Ama buz prensi ne aradı, ne de geldi.
Ertelediğim biletimi yaktım ve kongrenin bittiği günün gecesinde Antalya'dan, bir daha ömrüm boyunca bu şehirden nefret etmek suretiyle ayrıldım.
Buz prensiyle aramızda neden buzdan bir dağ büyüdü asla anlayamadım; ama dönüş yolunda, gecenin çok geç bir saatinde, ona kalbimin kırıkları arasında son bir mesaj yazdım;
"Bu suskunluğa tam olarak hangi cümlem sebep oldu emin değilim ama gerçekten çok üzüldüm. Bilet bulabildim ben, dönüyorum. Yine de bana haber vermen için bu sabaha kadar bekledim.
Oysa sen zaten çoktan vazgeçmiştin gelmekten değil mi? Hayır bir dakika, bu soruya cevap verme sakın!
Bazen o kadar fazla susuyorsun ki, ben senin yerine milyonlarca cümle kuruyorum. Belki de doğru anlamadığım için doğru cümleler kuramıyorum, emin değilim. Seni her seferinde nasıl vazgeçiriyorum hiçbir fikrim yok. Ve özür dilesem, ne için dilemem gerektiğini bile bilmiyorum. Benim için böyle güçlü, kocaman, akıllı, iyi yürekli bir karaktersin. Görüşmemiz beni sadece çok mutlu edebilir, kötü herhangi bir şey olamaz. Hislerimin sende hiçbir karşılığı olmadığını biliyorum ve inan ki olmasını beklemiyorum, sana bunu hep yanlış ve hep kötü ve hep olmaması gerektiği gibi yansıttıysam gerçekten çok üzgünüm. Çekincen buysa, lütfen unut gitsin olur mu?
Şu zeytin dalı meyhanesinde geçireceğimiz bir akşam, en iyi The Big Man manzarasında yapacağımız bir kahvaltı ve jakuzili odasını ayarlayamamış olsam da Villa Lukka tam senlikti, pat diye kaçırdık gitti. Belki bundan daha iyi, daha başka bir zamanda takılırız. Ne dersin?
Çok öncelerden bana bir mutluluk sözün vardı, bir gün bir yerlerde karşılaşırsak 'oh be' deyip sarılabilir miyiz? İyi uykular."
Çok güzel bir 'âşık kız' kuruntusuyla sarmalanmış; duygularıma karşılık vermek zorunda kalmaktan korktuğu için buz prensinin birden kaçmak ihtiyacı hissettiğini düşünmüştüm. Ve bir kez daha paramparça olmuştum. Böyle hissetmekten artık nefret ediyordum; ama kurtulamıyordum da...
Sonunda hastalıklı bir âşık olmuştum işte. Buz prensinden hiç vazgeçmeyecek ve sonunda yapayalnız ölecektim. Bundan emindim.
Bu tek taraflı aşk olayı çok acımasızcaydı.
Ben hayatım boyunca buz prensine tek taraflı takılı kalacağımı sanırken, 2018 yılı Kasım'ının ortalarında yine hiç ummadığım bir gelişme yaşandı. Ve benim kalbimde işler iyiden iyiye sarpa sarmaya başladı.
"Bir kalp bir kalbe bu kadar mı karşı olmaz yahu?" sorusunu renkli kâğıtlara basıp odamın ve çalıştığım ofisin duvarlarına yapıştırmaya çalıştığım günlerde buz prensi bir zafer daha kazandı. Öyle bir hafta önce tanıştığı sıradan bir kıza yazar gibi kuru kuru "selam," yazarak üstelik... Üç ayın üzerine...
Yine beklemiyordum. Yine çarpılmış, yine telefonumun başında öylece kalakalmıştım. O gün havada öylesine delici bir soğuk vardı ki, pencereyi araladığım an yüzüme hızla çarpan rüzgâr beni kendime getirmiş, zihnimi parıl parıl parlatmıştı. Abartmamalıydım ama abartıyordum; kalbimin daldığı derinliklerden bir çırpıda çıkıverdiğini görmek mutluluk vericiydi. Yıllardır görmediğim çok yakın bir arkadaşımla, asık suratlı insanların kalabalığıyla dolu bir mağazanın kasasında sıra beklerken karşılaşmışızcasına koskocaman bir gülüş yayılmıştı yüzüme. Kim ne derse desindi, âşık olmak o kadar güzeldi ki!
Sahi şu aşk denen olayın hiç mi yok kuralı, kaidesi? Bu kadar mı bodoslama, bu kadar mı hunharca yaşanıyor bu; bu kadar mı sınırsız ve şuursuz?
Yedi milyar insan içinde, bir tanesinde takılı kalmış olmak biraz şov gibi aslında. Önceden hep böyle düşünürdüm. İlk erkek arkadaşımdan ayrıldığımda yaşadığım hisler öylesine korkunçtu ki; içine hapsolduğum acıdan bir türlü çıkamıyor, ama yaşadığımın tek kelimeyle saçmalık olduğunu bal gibi biliyordum. Tek bir kişiye daha bu kadar gönülden bağlanamam gibi gelmişti o zaman ama buyurun işte bağlanmıştım. Bir çıkmaza sürüklenip, kalbim tamamen parçalanana kadar yolu vardı bu işin; buz prensine sırtımı dönmeyi hiç düşünmüyordum.
Bir "selam," mesajı da ben yazıp gönderdiğimde, sıfırdan başlıyormuşuz kadar heyecan dolu olduğumdan başka bir şey hissetmiyordum. Bu adını hiç koymadığımız ama benim içimde sarmaşıklar bağlamış ilişkiye defalarca kez baştan başlayabilirdim. Korkmuyordum.
Buz prensine karşı beslediğim platonik hislerin bir beklenti içinde olduğu yadsınamaz bir gerçekti. Bu nedenle her bir mesajı benim için yepyeni bir sinyal demekti. Benimle ilgilenip ilgilenmediği konusunu çok dert etmiyordum, çünkü konuşmak istemeyen pekala konuşmayabilirdi. Oysa konuşuyordu. Evet, bazen aradan aylar geçiyor, aramızda fırtınalar kopuyor, hayatlarımız birbirimizden habersiz başkaca yönlere doğru yol alıyordu ama yine de dönüp dolaşıp konuşuyordu işte. Beni gerçekten çok değiştirmişti. İçimdeki bütün sorunlu halleri vakumlayıp imha eden yakışıklı bir sihirbaz gibiydi. Yalnızca varlığıyla bile beni baştan çıkarabiliyorken, ansızın gelen tekliflerinin ağırlığı kesinlikle paha biçilemezdi.
Buz prensi sonunda şeytanın bacağını kırmış ve ailesiyle buluşmak için gittiği hafta sonu beni İzmir'e davet etmişti.
Hiç düşünmeden kabul etmiş olduğumu tahmin ettiniz herhalde, öyle değil mi?
Gidiş biletimi aldığımda telefonumdaki hava durumu programı İzmir'de kusursuz bir güneş gösteriyordu. Ne kadar devam edeceği hakkında hiçbir fikrim olmayan bu kaçamak için sırt çantamı hazırlamam yalnızca yarım saat sürmüştü. Kalbimin yeni kanatları gerçekten çok güçlüydü. Sayesinde, yola çıkacağım günün gecesinde gözüme tek bir damla uyku girmemişti. Geç bir saatte şeytan beni usul usul dürtmüş, okuduğum kitaptan küçük bir paragrafın fotoğrafını buz prensine göndertmişti. Telefon ekranıma sığmış Jojo Moyes satırları aynen şöyleydi;
"Anthony onu öptü ve bunu yaparken hislerinin derinliğini ona göstermeye çalıştığının farkındaydı. Kendini onun içinde kaybettiğinde, saçlarının yüzüne düştüğünü, dudaklarının dudaklarına değdiğini hissettiğinde insanların birbirlerinin diğer yarısı olabileceğini anladı."
Son cümlenin altını siyah bir kalemle çizmiş, fotoğrafın altına;
"Sence böyle bir an mümkün olabilir mi?" diye bir not düşmüştüm. Ve "Olsun mu?" cevabını okuduğumda, heyecandan neredeyse kalp krizi geçiriyordum.
Aslında bu bir davet değil, sadece öylesine bir soruydu. Ama davet olarak algılamış olması birden hoşuma gitmişti. Anlamsız bir şekilde bunun bir fırsata dönüşmüş olduğunu görmek beni gerçekten heyecanlandırmıştı. Üstelik böyle bir beklenti içindeymişim gibi görünmek beni hiç de utandırmamıştı. Yalnızca birkaç saat sonra çıkacağım yolculuğun sonu, beni kim bilir hikayemin hangi tatlı köşesiyle tanıştıracaktı.
Aslına bakarsanız, körkütük aşık olduğunuz zaman fiziksel yakınlaşma arzusu aklınıza gelen ilk detay olmuyordu. Ama bu arzuya bir kerecik tutuldu mu, artık düşünmemek imkansızlık derecesinde zordu. Hayali benim de gözlerimden çok sık geçer olmuştu.
Buz prensiyle yakınlaştığımızın hayalini kurmak bile nefesimi kesiyordu.
Yüz yüze görüşmeyeli epey uzun zaman olmuş, arada neredeyse altı mevsim devrilmişti. İzmir Adnan Menderes Havalimanı'na vardığımda saat sabahın sekiziydi. Güneş parıldamaya başlamış, buz prensi üzerine Nautica marka en havalı beyaz gömleğini giymişti. Her haliyle beni gerçekten de baştan çıkartıyordu.
Öyle güzel kavuşmuştuk ki, arada devrilen nice ayın varlığı bütün önemini adeta yitirmişti. Birbirimizden uzaklarda olduğumuz zamanlarda pause'a basıyor ve karşılaştığımız an kaldığımız yerden devam ediyoruz gibiydi. Buz prensiyle yaptığımız kahvaltı en güzel kahvaltı, yediğimiz pizza en güzel pizza, sohbet konumuz en güzel konu, katlarında hızlıca turladığımız alışveriş merkezi bile en güzel alışveriş merkeziydi sanki. O hafta sonu İzmir benim için en güzel şehir, manzarasına karşı oturduğumuz Ege en güzel denizdi.
Ailesiyle vakit geçirmek ise tek kelimeyle eşsizdi. Tanıştığımız ilk günden beri onlara bayılıyordum. Yalnızca kendi ailemde rastladığım müthiş incelikli davranışlarla örülmüşlerdi. Evde yemek masasının başında uzun uzun sohbet etmek öylesine keyifliydi ki...
Saatler bir çırpıda akmış, gece yarısı hop diye yüzünü gösterivermişti. Hanımeli kokulu mis bir çarşaf koltuğa serilmiş, salonun köşesine benim için efsane bir yatak hazırlanmıştı. Buz prensinin varlığından olduğunu düşünüyordum, her ayrıntı gözümde büyülenmeye devam ediyordu.
Herkes köşesine çekilip ışıklar söndürüldüğünde ve ev yumuşak bir karanlıkla örtüldüğünde, elimdeki telefondan yan odamdaki buz prensine kısa bir mesaj yazmam uzun sürmemişti;
"Yatmadan önce grip ilacı mı içtin?"
"Hayır hayatım, mide."
"Benden istediğin bir şey var mı?"
"Üşüdüysen gel ısın biraz."
ÜŞÜDÜYSEN GEL ISIN BİRAZ MI?
Sizin de kulaklarınızda aniden Nil Karaibrahimgil'in "Ben ona resmen aşığım!" şarkısı çalmaya başladı mı?
Bu mesaj kalp atışımın yüz onun üzerinde seyretmesi için yeterli olmuştu. Heyecandan neredeyse bayılıyordum. Bu an'ı hiç böyle hayal etmemiştim ama çok da kötü görünmemişti doğrusu. Isınma teklifi çok cazip gelmişti. Aksi gibi hiç üşümüyordum ama neyse ki üşüyormuş gibi davranmak basit bir oyunculuk gerektiriyordu. Kalbimi sakinleştirmeye çalışırcasına, son derece nazik adımlarla yan odanın kapısını aralayıp içeriye sızdığımda, gözüm karanlıktan başka bir şey görmüyordu.
"Buraya gel," diye fısıldayan sese yönelip, ucu kıvrılmış yorganın altına girdiğimde, hemen yanı başımda buz prensi yatıyordu işte. Sonunda! İyice yakınıma gelmiş, kollarını usulca bana dolamıştı. Kulağımın çok yakınında hissettiğim nefesi son derece kontrollüydü. Her zerresini duymak ama görememek bana kendimi rüyada gibi hissettirmişti.
Yine yaptığımız şeyi aslında çok sık tekrarlıyormuşuz gibi gelen anlardan biriydi. Hatta neredeyse daha önce öpüşmüştük bile. Bu hissiyat nedeniyle birden bana çok tuhaf bir özgüven gelmişti. Sol kolumun üzerinde doğrulup buz prensine doğru dönmüş, tek bir hamleyle bacaklarımı iki yana açıp buz prensinin üzerine çıkmıştım. Kalbimin ağzımda attığından emindim. Karanlığın ortasında bütün vücudunun sıcaklığını hissedebilmenin yanında, bana bakan masmavi gözlerini seçebileceğim kadar yakındık buz prensiyle. Yüzü uzaktan görüp bayıldığımın da ötesinde yakışıklı görünüyordu.
Bir delilik yapacağımı biliyordum. Ve yaptım da...
Buz prensini önce bir kerecik sol yanağından, sonra da dudaklarından pat diye öpüverdim. Çok fazla düşünmeden, cesurca...
O andan sonra mesajlaşmak bana bir daha asla yetmeyecekti, biliyordum. Öyle mutlu olmuştum, bu nedenle devamını öyle çok istiyordum ki!
Karşılıksız marşılıksız, sevmek çok güzel bir şeydi. Yakından da güzeldi üstelik, öyle taa uzaklardan da güzeldi. O gece hislerimin boyutu bambaşka bir hal almıştı. Kelimelerle tarifi yoktu. Bu tatlı öpücükten sonra tek kelime etmeden kalkıp kendi yatağıma döndüğümde, kalbim ağzımda dans ediyordu. Şaka maka en büyük hayallerimden biri gerçek olmuştu. Son iki buçuk senedir her gece yatağıma yattığımda düşündüğüm ilk şey buz prensiydi. Tek bir gece bile aklım karışmamıştı. Çok pes etmiş, ama hiç vazgeçmemiştim. Kavuşamıyoruz diye çok ağlamış, ama hayal kurmayı hiç bırakmamıştım. Ve sonunda başka hiçbir şey düşünmeksizin, yalnızca ikimize ait olan bir an'da baş başa kalabilmenin büyüsüyle tanışmıştım.
Buz prensinin duygularını gerçekten çok merak ediyordum. Kendi seçtiği bir kitabı hediye etseydi bana, muhtemelen ölüp biterdim. Duygularını açık edebilecek birkaç cümleye rastlamış olsaydım evlerinin bir köşesinde, büyük ihtimalle zafer marşlarıyla ayrılırdım İzmir'den. Ya da ne bileyim işte tek bir kerecik de olsa onu derinlere daldıran bir şarkı dinlediğine şahit olabilseydim; birazcık olsun anlayabilirdim yüreğinden geçenleri.
Böyle her şey fazlasıyla zordu. Bazı şeyler ben hiç ummazken olup bitiyordu ama buz prensini anlamak gerçekten çok zordu. "Varsayımların canı cehenneme," diye bağırmak istediğim saatlere çok sık denk gelir olmuştum ve buz prensi bu gidişat hakkında ne ser ne de sır veriyordu.
Beni gerçekten seviyor muydu, emin değildim. Ve büyük ihtimalle hiçbir zaman da emin olamayacaktım. Ama önemi yoktu.
Buz prensi o hafta sonu kalbime dokunan son derece naif bir karşılamayla beni kucaklamıştı ve ailesiyle birlikte beni iki gün boyunca prensesler gibi misafir etmişlerdi. Bu hikâye kendim kaleme almış olsaydım eğer bu denli ince ayrıntılarla süslenmiş bir hikâye olamayabilirdi.
İzmir'den ayrılırken kalbimde uzun zamandır uyuklamakta olan umutların tamamı yeşermişti. Gözlerimi her kapadığımda, dudak dudağa olduğumuz an'ın karşı konulamaz büyüsü beni yine yeni yeniden sarıp sarmalıyordu. Resmen gerçek olmuştu.
İnanılmazdı.
Üstelik her geçen dakika garip bir şekilde daha da inanılmaz geliyordu.
Öpüşmek öncesinde benim için bir hayaldi. Sonrasında ise hep, tadı damağımda kalmış bir rüya gibiydi...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Platonik Bir Aşka Tüpsüz Dalış
RomanceBenim kendi dünyamdaki kurallar listesine göre bir erkekle tanışıklığım masallara konu olabilecek sihirli bir serüvene rastlarsa eğer; o erkek ömrüm boyunca âşık olacağım tek erkek olacak demekti. Ve ben o erkeği bulmuştum.