İkinci Gün

1.6K 105 35
                                    

Bakma yazmaya devam ettiğime günlük. Bir iki güne bırakırım. Yani sadece yazmayı özlediğimi fark ettim. Yazmayalı uzun zaman oldu ve sanki yıllardır konuşmadığım bir arkadaşımı görmüş gibi oldum. Nereye yazı yazarsam yazayım sanki hep aynı yere, aynı şey için ya da aynı kişiye yazıyormuşum gibi hissediyorum. Öyle işte.

Düşündüm ki madem buraya birşeyler yazmaya karar verdim, o halde beni bilmeye hakkı var. Gerçi dün gece yeterince yazdığımı düşünebilirsin ama olsun.

Eskiden neler yaptığımı, neleri yapmayı sevdiğimi bilmeli satırlar. Belki kimseye anlatmadığım sırları, belki yalanları belki de kahrolasıca doğruları bilmeli. Ama sana sıkıcı gelebilir, paranoyak bir ergenin hikayesi işte diye geçiştirilebilir, içinde vıcık vıcık aşk sözcükleri olmadığından belki, belki de kötü çocuklar olmadığı için. Bir gün bu yüzden biri çıkıp da okuma zahmetine bile girmez aklımdan geçenleri. Dediğim gibi, belki.

Aslında gerçekten deli olabilirim. Sonuçta seninle konuşuyorum, sana isimler düşünüyorum. Bunlar deli olmak için yeterince gerekli mi bilmiyorum. Ama nasılsa günün birinde bunu yerin metrelerce altına gömeceğim. Gömeceğim ki gelecekte biri bulup okusun. Küçükken resim öğretmenimiz bize' bugün yapacağınız resimde kendi odanızı anlatın ama bunu yüzyıllar sonra biri bulacakmışçasına yapın ' demişti de. İşte ordan aklımda kalmış. Ben de o günden beri kalıcı olacak bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Bu, sadece gitmeden önce arkamda yeterince şey bırakmak istemekle de alakalı olabilir. Bilmiyorum. Ama bu defteri, bundan iki yüz yıl sonra elinde bir fenerle keşfe çıkan bir macraperestin bulduğunu ve bu hastahaneyle ilgili korkunç yazıları gözlerini büyüterek okuduğunu hayal etmekten kendimi alamıyorum.

Yani aslında demem o ki, bir gün bunları birisi okuduğu zaman deli olmamamın bir anlamı da kalmaz. Kimse ölü ve normal birini umursamadığı gibi ölü bir deli için de endişelenmez. Kimse yapmaz.

Birazda normal daha doğrusu yaşamımdan bahsetmeliyim sanırım. Benim normal bir hayatım vardı. Yani, sayılır. Anormal denemeyecek kadar normal, normal denemeyecek kadar anormal. Öyle birşeydi işte, hala da öyle. Onuncu sınıfa geçtim. Derslerim hiçbir zaman süper ötesi olmadı. Ama her zaman iyiydi. Çok fazla arkadaşım yok. Olanlar bana yetiyor zaten. Arkadaş konusunda çok seçiciyim biraz paronoyaklık derecesinde bu ama olsun. Ama çok da asosyal değilim yani. Kendime yetecek kadar arkadaşım var. Geniş bir ailem ve akraba çevrem var. Herkesin sevdiği, akıllı uslu bir kenarda oturup dersini çalışan kitabını okuyup müziğini dileyen kızım, kızdım. Son olaylar, aslında hep içimde olan o sert kişiliği ortaya çıkarmadan önce öyleydim.

Kim olursa olsun evde ona yardım eder sürekli gülümserdim. Evet bazen aptalca gelirdi özellikle daha çok büyüdükçe ama yapmaya bir kere başlamıştım ve gülümsemeyi bıraktığımda insanların benim bir problemim olduğunu düşünmelerini istemedim. Sanki gülümsemeyi bırakınca bir sorun olduğunu anlayacaklarmış gibi. Bir sorun olduğundan da değil de, her zaman değil yani. Çünkü bazı zamanlar sorunlar oluyordu haliyle. Gülmek öyleydi benim için. Bir işadamının, bir patronun kravat takması gibi, sanki kravatımı çıkarırsam çalışanlarımın gözünde artık patron değilmişim gibi görünmekten korktum.

Soğuk veya sıcak espirilerimi hiç eksik etmezdim. Herşeyle dalga geçmeyi becerirdim. Ölümle bile. Oysa hayat ne yaparsam yapayım ölümle dalga geçmemem gerektiğini bana öğretti. Hemde fazlasyla.

Hayatımın büyük kısmını yani yaklaşık sekiz yaşımdan beri okuyarak geçirdim. Dördüncü sınıfta ilk hikayelerimi yazmaya başladım. Yazmak benim için bir kaçış yolu. Yazmak demek kendi sorunlarımı, sıkıntılarımı unutup başka karakterler yaratıp onlarla mutlu olmak demek benim için. Ya da gerçek hayatta söyleyemediğim sözleri söylemek, gidemediğim yerlere gitmek, yaşayamadığım hayalleri yaşamak için her zaman yazardım. Burada da yazar mıyım bilmiyorum.

Akıl HastanesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin