Bu şehirde, bu hayatta ailem sayabileceğim iki insan varsa şüphesiz biri Gu Young diğeri ise Tae Woo oppa olurdu. İlk defa aile sıcaklığını bana hissettiren, bana kucak açan, beni ayırmayan, dertlerimle ilgilenen, mutluluğumu paylaşan bu iki insan için canımı bile vermeye hazırdım. Gözlerimden yaşlar durmaksızın akarken Tae Woo oppa arabayı uçaklarla yarışacak kadar hızlı sürüyordu. Şarjı biten telefonum onun buraya kadar sürüklenmesine sebep olmuştu.
İkimiz de konuşmuyorduk. Konuşacak bir şeyimiz de yoktu o an için. Sadece dua ediyordum. Elimden gelen tek şey buydu. "Yalvarıyorum. Eğer gerçekten varsan onu bize bağışla." Keskin bir dönüş ve ani bir frenle hastanenin önünde durduk. Hiç vakit kaybetmeden arabadan indik. Hastaneye girdiğimizde içerisi cehennem çukuru gibiydi. Bu kaza tek kişiyi ilgilendirecek türden değildi. Her yer kan revan içindeydi acilde. Acı feryatlar, tiz çığlıklar kulaklarımı tırmalarken Gu Young oppanın gördüğüm hastalardan iyi durumda olmasını diledim durdum. Herkes bir yana koşuştururken Tae Woo oppa endişeyle bir doktoru çevirdi. "Kan bağışçısı geldi! Lütfen çabuk olun!" dedi ve koşarak uzaklaştı. Neler olup bittiğini anlayamıyordum. Doktor kendisini takip etmemi söylemişti ama Tae Woo oppa beni bırakıp nereye gitmişti bir türlü anlayamıyordum. Hemşireler birtakım sorular sorup cevaplarımı dinledikten sonra nihayet kanımı aldılar. Kan verdikten sonra odadan ayrıldım ve Gu Young oppanın durumunu öğrenmek için doktoruyla görüştüm. Durumunun kritik olduğunu ve ameliyata alınacağını söyledi. Tüm bunlar gerçek miydi? Metanetimi korumaya çalışırken bir sedyenin başında koşarak bana gelen Tae Woo oppayı gördüm. Sedyede yatansa kız kardeşi Bo Ra'dan başkası değildi. Bu lanet güne neden uyanmıştık?
Olduğum yerde çakılıp kalmıştım. Ne ellerim ne ayaklarım hareket etmiyordu. Her şey bir kez olsun sonsuza dek güzel sürse ne kayberdik? Bir kez olsun sonsuza kadar mutlu yaşasak ne eksilirdi bizden? Hayat neden bu kadar acımasızdı. Çaresizlik içinde bakan gözleriyle yanımdan geçen Tae Woo oppa için hiçbir şey yapamamak canımı öylesine sıkıyordu ki patlamak istedim. O an oracıkta ölmek istedim, hem de tüm samimiyetimle. Yine. Sözümü tutamadım ve ölmeyi diledim. Gu Young oppanın minik bebeği, Tae Woo oppanın çaresizlik akan gözleri beynimde hiç durmadan yankılanmaya devam ettikçe ben de ölmek istedim. Bu acımasızlıklar dolu dünyadan çekip gitmek istedim.
Bu dünyada gülmek istiyorsan ya kaderin güzel olacak ya da kafan.
3 gün olmasına rağmen Gu Young oppa hala uyanmamıştı. Karısı bebekleriyle beraber hastanede harap olmuş bir halde baş ucunda gözlerini açmasını bekliyordu. Tae Woo oppanın kız kardeşinde de farklı bir durum yoktu. İkisi de bilinçsiz halde öyle ölü gibi yatıyorlardı. Gerçekleşen kaza çok büyüktü. Zincirlemeydi ve onlarca araba karışmıştı. O kadar çok ölen olmuştu ki en azından hayatta kaldıkları için şükreder hale gelmiştik. Şirketlerinden ve stüdyodan birçok insan ziyarete gelmişti. Benim ve birçok hastane personelinin olmadığı gecenin geç saatlerinde de eşlik ettikleri birçok idol doldurmuştu hastaneyi. Sevilen insanlardı onlar. Her şeyin en iyisini hak eden insanlar.
Akşam üzeri eve gittiğimde vücudumdaki her bir kasın ağrıdığına yemin edebilirdim. Hem fiziksel hem de mental olarak çok acı çekiyordum. Biraz olsun gevşemek için duşa girdim. Çıktığımda kendime birazcık bitki çayı yaptım. Kahve veya bol kafeinli içecekler sıkıntımı arttıracağından daha hafif olan bitki çaylarını tercih etmiştim. Bilgisayardan açtığım slow müzik eşliğinde en azından birkaç dakika için hiçbir şey olmamış gibi davranmak istemiştim. Gözlerimi kapatıp uzandım. Ama yapamadım. Ne aklımdan ne de kalbimden bir an olsun çıkmadıkları için yapamadım. Birilerine gerçekten değer vermek böyle bir hismiş meğer.
Uzandığım yerden kalkıp diz üstü bilgisayarı kucağıma aldım. Maillerimi kontrol etmek için posta kutusuna girdiğimde normal şartlar altında başıma gelse kanatlanıp uçacağım çıldırıp aklımı kaybedeceğim bir haberin dünyanın en kötü zamanlamasıyla bana ulaşmasını seyrettim. Son birkaç günde o kadar yoğundum ki böyle bir başvuru yaptığımı unutmuştum bile.
Millennium Dance Complex
Kabul edilmiştim. Asla inanmayarak yaptığım başvurunun kabul maili önümde dururken sevinemedim bile. Yetersiz olduğumu düşünüyordum ama yine de içimden bir ses denememi söylemişti. Öyle de yapmıştım. Denemekten ne çıkardı?
Yaklaşık 9 yaşından beri dans ediyordum. O zamanlar profesyonelce olmayan dansımın üstüne her gün çalışarak bir şeyler ekledim. Dans benim ruhum gibiydi. Ayrılmaz parçam. Bana hayatı ve yaşamayı sevdiren. Bazen içimden geldiği gibi bazen bir yerlerden gördüklerimi taklit ederek ettiğim dans beni bugün olduğum noktaya getirmişti. Mailde 3 gün içinde dans akademisine katılıp katılmayacağımın bilgisini vermemi istemişlerdi. Ne yapacağıma dair en ufak bir fikrim yoktu.
Hayatta bir kez gittiğinde asla geri dönmeyen üç şey: Zaman, sözcükler ve fırsattır.
***
Sabah tekrar hastaneye gittim. Bir değişiklik yoktu, yine. Bir şeyler yemediklerini bildiğim için kafeteryadan atıştırmalık ve içecek aldım. Yukarı çıktığımda Tae Woo oppa daha önce de ziyarete gelen bir adamla konuşuyordu. Selam verip odaya geçtim. Gu Young oppa ve Bo Ra'yı aynı odaya aldırmıştık. Minik Jin annesinin kucağında uyumuştu. "Unnie, sen de biraz uyu. Yorgun görünüyorsun. Ben buradayım." desem de sözlerim nafileydi. Ben bu kadar endişeleniyorsam kim bilir o ne haldeydi. Sadece gülümseyip teşekkür etti.
Tae Woo oppa az önce konuştuğu adamla beraber içeri girdi. "Ha Neul-ah, biraz vaktin var mı?" diye sordu. Vakitten bol bir şeyim yoktu. Camın önündeki yuvarlak masaya oturduk. Ben, Tae Woo oppa ve diğer adam. Bahar havası aralık olan camdan odaya sızıyordu. Tatlı bir serinlik ve pasparlak bir gökyüzü... Güneş tenimi okşuyor ve bedenimi ısıtıyordu. Tae Woo oppa hiç beklemeden lafa girdi. "Ha Neul-ah, biliyorsun biz Gu Young hyungla birlikte çalışıyorduk. Ancak şu an ne o ne de ben çalışabilecek durumdayız. Yaşının çok genç olduğunun farkındayım. Ama sen yetenek ve özgüven dolu bir kızsın. Ayrıca çok yaratıcısın da. İkimizin de seni ve dansını ne kadar beğendiğimizi biliyorsun. Yerimizi güveneceğimiz birine bırakmak istiyorum, hyung da böyle olsun isterdi." sohbetin nereye bağlanacağını anlamıştım ama sözlerini bitirmesini istemiyordum. Bunu gerçekten yapamazdım. "Yıllardır bu işin içindeyiz ama çevremizdeki birçok dansçıdan ve koreograftan ziyade sen bu iş için en uygunsun." yutkundum. Endişeyle çattığım kaşlarım ve mimiklerim duygularımı %100 yansıtıyordu. İçimden hayır söyleme lütfen diye bozuk plak gibi söyleniyordum. "Güvenilirlik de bizim için çok önemli ki ben sana gözüm kapalı inanırım. Her konuda bizim istediğimiz, aradığımız kişi sensin. Neyi kastettiğimi çok iyi biliyorsun. Yaklaşık olarak iki ay sonra EXO geri dönüş yapacak ve hemen ardından konser turları başlayacak. Koreografi hazırlanması, pratik yapılması ve onlara öğretilmesi lazım. Biz şu an bunu yürütemeyiz. Ama sen bu işin hakkından gelirsin. Senden bunu bir sunbaen olarak rica ediyorum. Bize yardımcı olacak mısın Ha Neul?"
Dipdipnot:
•Bo Ra—Kasper'ın kız kardeşi
•Baek Jin—Mihawk Back'in oğlu
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Under the Same Sky
Fanficİsmim Ha Neul. Bu ismi ben seçtim. Gökyüzü ve cennet anlamına geliyor. Neden mi bu ismi seçtim? Nedeni belli. Gökyüzü. Gökyüzü bu dünyada en değerli buluğum şey, beni hayatta tutan şey. Kendimi bildim bileli hayatta bir başımayım. Yalnızlık zor. Da...