Kutsal ellerin dokunuşuyla yapılan dekor değişikliğinin ardından tiyatro sahnesindeki kırmızı perde, cehennem geçidinden düşerken kapanmış olan göz kapaklarımla eş zamanlı olarak açıldığı zaman kendimi rüyalarımın gizemli ev sahipliğini yapan o kadim arazide buldum. Daha önce iki kez rüyalarımda gördüğüm bu evrende bu kez yabancı bir bedende sıkışıp kalmış bir misafir olmadığım gibi olaylara dışarıdan bakan pasif bir seyirci de değildim. Sahnenin merkezinde en önemli rolü üstlenen, hayatın en büyük dramını sergileyen bir oyuncuydum; doğum yapmak için sırasını bekleyen bir kadını canlandırıyordum. Ama bu bir oyun değildi. Gerçekten hamileydim.
Henüz yaşamdan yeni kopmuş gibi görünen ve bedenlerinin sıcaklığını hala koruduğuna inandığım Lucifer, Lilith ve kerubiler bulunduğum alanın birkaç metre ilerisinde yerde yatıyorlardı. Buranın birer sembolü hâline gelen erguvanlar ve kardelenler ise arazinin üzerinde bulunan diğer her şey gibi seher vaktinin alacakaranlık kızıllığı altında birer solgun gölgeye dönüşmüşlerdi. Güneş doğmak üzereydi ve gökyüzünün yalnızca bir köşesinde inatla yerini koruyan yıldızlar, ışıltılarını hiç kaybetmediklerini belli edercesine yükselmeye başlayan güneşin aydınlığına meydan okuyorlardı. Onların direnci içinde olduğumuz bu büyülü anı sonsuzluğa uzatmaya çalışıyor gibiydi. Bir yanda yeni bir günün doğuşu, diğer yanda gecenin karanlığına ait olması gereken yıldızların varlığı... Bu iki zıtlık üstüne ayak bastığım bu topraklarda bana hem yaşamın, hem de ölümün ince çizgisinde yürüdüğümü hatırlatıyordu. Yıldızların arasında bulunan boşlukları kalemle çizerek dolduracak olursak göğün en tepe noktasında bir köpekle karşılaşırdık. Doğduğum ve yaşadığım evrende de var olan bu köpek takımyıldızının diğer bütün yıldızlar gibi güneş doğduğunda kaybolması, güneş battığında ise tekrar görünmesi gerekirdi. Fakat durum şu anda içinde olduğum evrende aynı şekilde işlemiyormuş. Çünkü bu takımyıldızının içinde gökyüzünün en parlak yıldızı olarak bilinen ve Sirius olarak isimlendirilen yıldız etrafındaki diğer yıldızlarla birlikte bu evrende güneşten daha büyük bir ışık saçıyormuş. İşte bu sebeple burada Sirius yılın her gününde ve günün her saatinde çıplak gözle görülebiliyormuş. Takımındaki diğer yıldızlardan daha parlak olduğundan tek yıldız gibi görünse de diğer yıldızlarla birleşerek bir köpek görünümüne kavuşuyormuş. Zira o yardımcı evrenden ana evrene geçişi sağlayan bir kapının bekçisiymiş. Bu evrende ölenin ruhu Sirius'tan geçerek diğer evrene gidebiliyormuş. Yani ölümden başka bir kapı, Sirius'tan başka bir bekçi yokmuş.
Bana bunları henüz birkaç saat önce daha doğum sancıları başlamamışken Exael anlatmıştı. Oldukça ilkel şartlarda gerçekleştirilen ilk doğumu o yapıyordu. Yattığı toprağın üzerinde çırpınırken çığlık çığlığa ıkınarak bebeğinin başını dışarı çıkarabilmeyi başardığında bir kez daha ıkınmak için gücünü yeniden toparladı. Bu öyle bir sahneydi ki, önümüzde dağınık hâlde duran cansız bedenlerin arkasında bir doğum meydana getirilirken neden burada olduğumu sorma fırsatı bulamamıştım. Bilincim, rüyamda gördüğüm evrende Exael'in karşısında ayaklarımın üzerinde dururken açıldığında anlamsız bakışlarım Exael'in gökyüzünde duran Sirius'u işaret ettiği noktaya kilitlenmişti. Ben üzerime istiflenen varoluşsal sorgulamalarla uğraşırken Exael hakkında bir soru sormadığım hâlde bildiği her şeyi anlatmak isteyen bir çocuğun heyecanıyla Sirius'la ilgili konuşmaya başlamış ve ansızın bacaklarının arasından boşalan suyu ile bağırmaya başlamıştı. O sırada sol tarafta rüyalarımda bulunmayan ama burada tüm ihtişamıyla karşımda duran ve manastıra benzeyen taş yapıdan çıkan iki kadın etrafta yankılanan acı çığlıkların imdadına yetişip ne yaptıklarının bilincinde gibi görünerek Exael'i toprağın üzerine yatırmışlardı. Bebeğini doğuruşuna şahitlik ettiğim Exael o kadar küçüktü ki, yaşı en fazla on sekiz olabilirdi. O benimle ilk kez karşılaşıyordu ancak benim onu ikinci görüşümdü. Onu ilk kez görüşüm de onun beni ikinci görüşü olmuştu. Bu durumda zaman kavramının alışık olduğumuzun dışında karmaşık bir versiyonunun olduğunu hiç sorgulamadan kabul etmek zorundaydım. Genç bir kız aşık olduğum adamı doğuruyordu, üstelik ben şu an vücudunun yarısından çoğu annesinin içinde olan o çocuktan hamileydim. Bu durumda ne eski bir zamanda olduğumu ne de geçmiş zamana döndüğümü söyleyemezdim. Çünkü bu eski zaman olsa olsa başka bir şimdiki zaman olabilirdi. Belki de her şeyin arkasındaki o gücün, Devrim'in de deyişiyle Rabbiri'nin gözüyle bakıldığında zaman bu şekilde görünüyordu. Yani kadir-i mutlak o efendinin önünde geçmiş ve gelecek yoktu, her şey aynı anda yaşanıyordu. Nasıl ki mekanları ayıran bir sınır varsa, farklı zamanlarda yaşandığını zannettiğimiz olayları da aynı şekilde sınırlarla ayıran, geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman olmak üzere üçe bölen ve zamanı hatalı bir biçimde yorumlayan, yanlış tanımlayan bizlerdik. Bu bağlamda bir başka şimdiki zamanların arasında seyahat etmek evin bir odasından diğerine gitmek gibi bir şey olmalıydı. Çünkü seyahat izni için ne bir pasaport gerekiyordu, ne de başka türden resmi bir izin belgesi. O hâlde şimdiki zamanların arasında neden bir yolculuk yapmam gerekmişti? Beni ana evrenden ayıran Rabbiri, daha hamile kaldığımdan bile haberim yokken bana yardımcı evrenin başka bir şimdiki zamanında doğum yapma görevi mi vermişti? Peki neden dokuz aylık bir hamilelilik sürecini yaşamama dahi izin vermeden, beni öncesinde rüyalarıma sokarak bilgilendirdiği bu evrende doğurmaya mecbur bırakmıştı?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DEVR-İ AZAZEL
Fantasy"Emrime uymayarak, Adem'in önünde eğilmekten seni alıkoyan nedir?" "Ben ateşten yaratılmış, diğer yarattıklarının içinde en üstünü olan Azazel!," dedi kibirle gülerek. "Bir balçığın önünde mi eğileceğim?!" "İnsan yaratılmışların en üstünüdür." diye...