1.Bölüm ET PEŞİNDE...

11.6K 159 24
                                    

Donmuş su yolunun her iki yakası da karanlık çam ormanıyla çevriliydi. Az önce esen bir yel sayesinde üzerlerindeki beyaz buz örtüsünden sıyrılmış olan ağaçlar, sönmek üzere olan gün ışığında kara ve uğursuz bir görüntüyle birbirlerine doğru eğilmişlerdi. Çevrede yoğun bir sessizlik hüküm sürüyordu. Bütün bölge bakir, yaşamdan kopuk, kıpırtısız, öylesine ıssız ve soğuktu ki, hüzün yüklü olduğunu söylemek bile olanaksızdı. Onda her türlü hüzünden daha ağır olan, bir sfenksin gülüşü kadar kederli, aşılmazlığın dehşeti kadar donuk ve acımasız bir kahkaha saklıydı. Bu, yaşamın boşunalığına ve yaşam çırpınışlarına gülen sonsuzluğun o aman tanımaz, zapt edilemez zekâsıydı. Oysa uçsuz bucaksızlığın içinde, meydan okuyan bir yaşam vardı. Donmuş su yolunda aşağıya doğru kurt köpeklerinin çektiği bir kızak hızla yol alıyordu. Hayvanların sık kürkleri bir kırağı tabakasıyla örtülüydü. Solukları ağızlarından çıkar çıkmaz havada buhar köpükleri hâlinde donup kalarak vücutlarına ve tüylerine yapışıyor, buz kristallerine dönüşüyordu. Köpeklerin sırtındaki deri kayışlar arkalarından sürükledikleri bir kızağa sıkıca bağlanmıştı. Kızağın ayakları yoktu. Kalın huş ağacından yapılmış olan kızak tüm gövdesiyle karın üzerine oturuyordu. Kızağın ön kısmı, giderken önüne bir dalga gibi yığılan yumuşak karı bastırıp alta alması için biraz kalkık yapılmıştı. Kızağın üstünde ise yerine sıkı sıkı tutturulmuş
uzun bir kutu vardı. Başka şeyler de vardı yanında: battaniyeler, bir balta, bir kahve cezvesi ve bir tava ama en çok yeri kaplayan o uzun dar tahta kutuydu. Köpeklerin önünde geniş kar ayakkabılarıyla bir adam ilerliyordu. Kızağın arkasında ise bir başka adam yürüyordu. Kızağın üstündeki kutuda ise artık çabaları sona ermiş olan bir üçüncü adam yatıyordu; bu adam vahşî dünyanın eline düşmüş ve onun öyle bir hışmına uğramıştı ki, sonunda artık ne hareket ne de mücadele edecek hâli kalmıştı. Vahşî dünya hareketi sevmez. Yaşam ona bir hakarettir çünkü hareket demektir yaşam; vahşî dünya ise her zaman hareketi yok etmeyi amaçlar. O, denize ulaşamasın diye ırmağı dondurur; öz suyu donana kadar ağaçların içine işleyerek onları buz keser ve en acımasız ve korkutucu olanı ise vahşî dünya insana yüklenerek onu boyun eğmeye zorlar-canlıların en dur durak bilmeyeni olan, her türlü hareketin sonunda bir yerde durması gerektiği hükmüne baş kaldıran insana. Oysa kızağın önünde ve ardında, inatla ve korkmadan ilerleyen iki adam vardı ki, daha ölmemişlerdi. Gövdeleri tamamen kürk ve yumuşak deriyle kaplıydı. Kirpikleri, yanakları ve dudakları donmuş soluklarıyla öylesine örtülmüştü ki, yüzleri seçilmez olmuştu. Bu görünüm onları, hortlaklar âlemindeki bir hayaletin cenazesine katılmış hayalet maskeli insanlara benzetmişti. Ama bu örtünün gerisinde insandı her ikisi de; uzay boşlukları kadar uzak, yabancı ve ürkütücü bir dünyanın kudretiyle boğuşmaya azimli, bu kimsesizlik ve alaylı sessizlik ülkesinde dev bir maceraya atılmış iki küçük maceracıydılar. Vücutlarının gücünü korumak için nefeslerini harcamamak amacıyla hiç konuşmadan yol alıyorlardı. Elle tutulur bir hâlde üzerlerine bastıran sessizliğe gömülmüşlerdi. Nasıl derin sular bir dalgıcın gövdesine basınç yaparsa, sessizlik de onların beyinlerine öyle bir basınç yapıyordu. Uçsuz bucaksız ve ölçüsüz bir ağırlıkla çökmüştü üzerlerine. Onları kendi zihinlerinin en ücra köşelerine yöneltiyor, onlardan insan ruhuna özgü bütün gerçek dışı gayretleri ve sahteliklerini, kendilerine dair bütün haksız değer yargılarını, üzümün suyunu çıkarır gibi, onları sıkıştırarak ortaya çıkarıyordu; ta ki yaşamın kör güçleri ve unsurlarının karşılıklı oyunları arasında kendilerini yetersiz bir kurnazlık ve çok az bir zekâyla çaresizce savrulup duran önemsiz ve yetersiz bir hâlde hissedene kadar. Bir saat geçti, ardından bir saat daha. Güneşsiz kısa günün solgun ışıkları kaybolmak üzereyken, hayal meyal duyulan zayıf bir çığlık durgun havanın içinde yayıldı. Derken ses önce birkaç perde yükseldi, son perdede titreşerek bir süre bekledi, ardından yavaş yavaş söndü. Mutlak keder yüklü ve açlıktan gözü dönmüş bir vahşiliği barındırmasa, bu sese, yitik bir ruhun haykırışı denebilirdi rahatlıkla. Öndeki adam, gözleri arkadaki adamın bakışlarını yakalayana kadar çevirdi başını. Sonra da, o dar uzun kutunun üzerinden başlarını sallayarak birbirlerini onayladılar. Sessizliği, iğne gibi yırtıp geçen ikinci bir çığlık yükseldi. Adamların ikisi de sesin geldiği yöne döndü. Arkalarında, az önce geçtikleri yolun üzerinde bir yerden geliyordu. Sol arka taraflarından bu çığlığa karşılık olduğu anlaşılan bir üçüncü haykırış duyuldu. “Bizim peşimizdeler, Bill.” diye seslendi öndeki. Sesi oldukça boğuk ve tanınmaz çıkmıştı, zorlukla konuştuğu belli oluyordu. “Bu sıralar et zor bulunuyor.” diye karşılık verdi arkadaşı. “Günlerdir bir tavşan izine bile rastlamadık.” Daha fazla konuşmadılar; arkalarından gelecek yeni av çığlıklarını duymak için kulaklarını dikmişlerdi. Karanlık çökünce, köpekleri dere yatağının kıyısındaki çam ağaçları kümesinin içine salarak, kamp kurdular. Ateşin yanına çektikleri tabutu masa olarak kullanıyorlardı. Ateşin öbür başında hırlayarak aralarında oynaşan köpeklerden hiçbirinin karanlığa dalıp gitmek gibi bir niyeti yoktu. “Bana öyle geliyor ki, Henry, bunlar kampın dibine pek fazla sokuluyorlar bugün.” dedi, Bill. Ateşin başına çömelmiş, içine bir parça buz koyduğu cezveyi yerleştirmekle uğraşan Henry başını salladı. İşini bitirdikten sonra, tabuttan masaya oturup yemeye başlayana kadar bir şey söylemedi. “Nerede daha güvende olacaklarını iyi bilir onlar.” dedi, sonunda. “Yem olmaktansa, yemeyi tercih ederler. Bu köpekler yok mu, ne kurnazdır onlar.” Bill başını salladı, “Ya, o hiç belli olmaz, işte.” Arkadaşı hayretle baktı. “ Onların zekâsı hakkında lâf ettiğini ilk kez duyuyorum.” “Bak Henry,” dedi öbürü, ağzına attığı fasulyeleri ağır ağır çiğnerken, “sen de fark ettin mi, köpekler onları beslerken ne kadar huzursuzluk yaptılar, di’mi?” “Evet, her zamankinden fazla patırtı çıkardılar bugün.” diye onayladı arkadaşı. “Peki, bizim kaç köpeğimiz var, Henry?” “Altı.” Bill, “Henry, öyleyse…” diyerek, sözleri iyice kuvvet kazansın diye bir süre durdu. “Dediğimiz gibi, altı köpeğimiz var. Ben torbadan altı balık çıkardım. Her köpeğe bir tane verdim, Henry ama bir balık eksik geldi.” “Yanlış saymışsındır herhâlde.” Öteki sakin sakin tekrarlıyordu sözlerini. “Bizim altı köpeğimiz var. Ben altı tane balık çıkardım. Tek Kulağa balık kalmadı. Sonra gidip torbadan bir tane daha çıkardım ve ona verdim.” “Bizim yalnızca altı köpeğimiz var.” diye itiraz etti Henry. “Ama Henry”, diye devam etti Bill, “Ben sana onların hepsi de köpekti, demiyorum ki, benim balıklarımı yiyenler yedi taneydi.” Henry yemeye ara vererek, ateşin ötesindeki köpekleri saymaya başladı. “Şimdi sadece altı tane var.” dedi. “Ötekini şimdi karların üzerinde kaçarken gördüm.” diye açıkladı Bill istifini bozmadan. “Benim gördüklerim yedi taneydi.” Henry ona acımayla bakarak, “Bu yolculuk bir bitse, öyle mutlu olacağım ki.” dedi. “Ne demek istiyorsun sen şimdi?” diye sordu Bill. “Demek istediğim, bu taşıdığımız yük asabını bozmuş senin, hayal görmeye başladın artık.” Bill ciddi bir tavırla “Bunu ben de düşünmedim değil.” diye yanıt verdi. “Ama en son onu karların üzerinde kaçarken görünce, gidip karın üzerinde bıraktığı izlere baktım. Sonra da gelip köpekleri saydım, altı çıktı. İzler karın üstünde duruyor. Görmek ister misin? Gel bak.” Henry cevap vermedi, sessizce yemeğe devam etti; yemeğini bitirdikten sonra bir fincan kahve yuvarladı. Ağzını elinin tersiyle silerek, konuşmaya başladı. “Yani sen şimdi, onun…” O anda karanlığın içinden yükselen vahşî uzun bir uluma sesi sözünü kesti. Önce susup dinlemeye koyulan Henry, daha sonra çığlığın geldiği yöne doğru elini sallayarak, konuşmasını tamamladı: “…onlardan biri olduğunu mu söylüyorsun?” Başıyla onayladı Bill. “Başka bir şey olduğuna inanmayı ben de çok isterim ama köpeklerin nasıl huzursuzlandığını sen de gözlerinle gördün.” Birden peş peşe kopan haykırışlar, ardında onlara karşılık veren haykırışlar sessizliği tımarhaneye çevirdi. Sesler dört bir yandan geliyordu, köpekler korkuyla birbirlerine sokuluyor ve tüyleri alevlerden yanacak kadar ateşe yaklaşıyorlardı. Bill piposunu yakmadan önce ateşe bir odun daha fırlattı. “Galiba senin canın bir şeye sıkılıyor, ha?” diye lâf attı Henry. “Henry, “ dedikten sonra, düşünceli bir tavırla piposundan derin bir nefes çekerek, devam etti. “Düşünüyorum da, Henry, şurada yatan adam senden de benden de kat kat şanslı.” Bu sözleri söylerden başparmağıyla, üzerine yaslandıkları kutuyu işaret ediyordu. “Senle ben, Henry, öldüğümüzde, üzerimizde kurtları cesetlerimizden uzak tutmaya yetecek kadar taş olursa, ne âlâ.” “Tabi bizim bu adam gibi ne paramız var, ne de bir kimsemiz.” diye ona hak verdi Bill. “Cenazemizi öyle uzaklara taşıtmaya bizim gücümüz yetmez.” “Benim kafama takılan şey, Henry, ülkesinde lord filan olan böyle birinin, hiç aç ya da açıkta kalmamış böyle bir adamın kalkıp da tanrının unuttuğu böyle bir yere ne akla hizmet geldiği. Benim aklım bunu almıyor işte.” “Evinde kalsa, ihtiyarlıktan çürüyene kadar yaşar giderdi.” Bill bir şey söylemek için ağzını açtı, ama sonra vazgeçti. Bunun yerine, her yönden üzerlerine çöreklenen karanlık duvarını işaret etti. Koyu karanlığın içinde tek bir şekli bile seçmenin olanağı yoktu; yalnızca kor gibi parlayan bir çift göz görülüyordu. Henry başıyla bir başkasını, ardından bir üçüncüsünü işaret etti. Parıldayan gözlerden oluşmuş bir çember, kampı sarmıştı. Şurada burada bir çift göz hareket ediyor, ardından kısa bir an kaybolup, yeniden görünüyordu. Köpeklerin huzursuzluğu iyice artmıştı; ani bir korkuya kapılıp kaçışarak, ateşe biraz daha sokulmuşlar, adamların ayaklarının dibine korkuyla büzülüp sinmişlerdi. Bu itiş kakış sırasında köpeklerden biri ateşe fazlaca yaklaşınca tüyleri kavrulmuş ve birden etrafı kaplayan kokuyla birlikte, acı ve dehşetle inlemeye başlamıştı. Bu kargaşa, yarattığı tedirginlikle parıldayan gözlerden oluşan çemberin bir süreliğine dağılmasına yol açmıştı ama köpekler sakinleşince çember çok geçmeden gene eski hâlini aldı. “Fişeksiz kalmamız ne büyük şansızlık, di’mi Henry?” Bill piposunu bitirmiş, yemekten önce karın üstüne yaydığı çam dallarının üzerine arkadaşının kürk ve battaniyeleri sererek yatakları hazırlamasına yardım ediyordu. Henry homurdanarak Bill’in sözlerini onayladı ve ayakkabılarını çözmeye koyuldu. “Kaç fişeğin kaldı, demiştin?” diye sordu. “Üç” diye cevapladı. “Ah, üç yüz olsaydı keşke. O zaman gösterirdim günlerini bu lanet hayvanlara ben.” Yumruğunu parıldayan gözlere doğru öfkeyle sallayarak, ayakkabılarını ateşin yakınında güvenli bir yere yerleştirdi. “Hiç değilse şu ayaz dinseydi bari biraz.” diye devam etti. “Nerdeyse iki haftadır eksi ellinin üzerine çıktığı yok. Henry ya, keşke şu yolculuğa çıkmaz olaydım. Bu durum hiç hoşuma gitmiyor. Kendimi hiç rahat hissetmiyorum, doğrusu. Ve madem ‘keşke’lerden söz açtık, diyorum ki, keşke şu yolculuk bir an önce bitiverseydi de, ikimiz Mc Gurry Kalesi’nde şöyle seninle ateşin başında oturup kâğıt oynuyor olsaydık şimdi. Ah, içimden geçenler böyle işte.” Henry homurdanarak, yatağın içine doğru büzüldü. Tam horuldamaya başlamıştı ki, arkadaşının sesiyle uyandı. “Henry ya, hani dışarıdan gelip de balığımızı yiyen var ya, köpekler niye ona saldırmadılar ki? Bu benim kafama takıldı.” “Fazla dert ediyorsun, Bill.” diye cevap verdi Henry uykulu bir sesle. “Sen eskiden böyle değildin. Şimdi çeneni kapa da, uyumana bak; sabaha bir şeyin kalmaz. Senin miden bozulmuş, arkadaşım, asıl sıkıntın ondan senin.” Adamlar aynı örtünün altında yan yana, zorlukla soluyarak uyudular. Ateş sönmeye yüz tuttukça parıldayan gözler kampın çevresine ördükleri çemberi sürekli daralttılar. Köpekler korkuyla birbirlerine sokuluyorlar, arada bir bir çift göz yanlarına fazlaca yaklaşınca tehditkâr bir sesle hırlamaya başlıyorlardı. Bir ara gürültüleri o kadar arttı ki, Bill uyandı. Arkadaşını uyandırmamak için sessizce kalkarak, ateşe bir iki odun daha fırlattı. Ateş canlanır canlanmaz göz çemberi yeniden uzaklaştı. O sırada gözü titreşen köpeklere takıldı. Gözlerini ovuşturarak daha dikkatlice bakmaya başladı. Ardından yine battaniyenin altına daldı. “Henry” diye seslendi, “Hişt, Henry.” Henry uyanırken homurdanarak sordu “Yine ne var?” “Hiiç,” diye karşılık verdi Bill; “sadece yine yedi oldu bunlar, diyecektim. Şimdi saydım.” Henry onun dediklerini anladığını belli eden bir homurdanma sesi çıkarak, öncekinden daha derin bir uykuya daldı. Sabahleyin Henry daha erken uyandı ve arkadaşını kaldırdı. Saat sabahın altısı olmasına rağmen, günün ışımasına daha üç saat vardı. Henry karanlıkta kahvaltıyı hazırlamaya başlarken, Bill de battaniyeleri toplayıp, kızağı yola çıkmaya hazır hâle getirmekle uğraşıyordu. “Baksana Henry” diye sordu aniden, “kaç köpeğimiz var, demiştin sen?” “Altı.” “Değil işte!” diye bir zafer çığlığı koyuverdi Bill. “Yine mi yedi?” diye şaşkınlıkla sordu Henry. “Hayır, beş; biri gitmiş.” Birden “Hay lanet!” diye haykıran Henry kahvaltı hazırlamayı bırakarak, köpekleri saymaya koştu. Saymayı bitirince, “Haklıymışsın, Bill.” dedi. “Şişko gitmiş.” “O da gitti mi, şimşek gibi giden bir hayvandı ha. Bir koşmaya başladı mı, kimse tutamazdı onu.” “Hiç kaçarı yok.” diye tamamladı Henry. “Onu canlı canlı yuttuklarına kalıbımı basarım. Daha boğazlarından geçerken ağlıyordu mutlaka, lanet olsun.” “Aptalın tekiydi, o köpek zaten.” dedi Bill. “Ne olursa olsun, hiçbir köpek ne kadar aptal da olsa, böyle gidip kendini öldürtmez.” Bu sırada sürüden kalan beş köpeği, her birinin belirgin özelliklerini gözünde canlandırarak, süzüyordu. “Bunlardan hiçbirinin böyle bir şey yapmayacağına bahse girerim.” “Onları sopayla bile ateşin yanından uzaklaştıramıyoruz.” diye hemfikir olduğunu belirtti Bill. “Zaten ben bu Şişko’da bir tuhaflık olduğunu düşünürdüm hep.” Ve bu Kuzey Ülkesi yollarında ölen bir köpeği uğurlamak için ardından edilen son sözlerdi; pek çok köpeğin, hatta pek çok insanın ardından edilenlerden eksik kalan bir yanı da yoktu.

BEYAZ DİŞHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin