TÜRÜNÜN DÜŞMANI

611 2 0
                                    

15. Bölüm

Beyaz Diş'in kendi türüyle yakınlaşması için doğasından gelen uzak da olsa ufacık bir olasılık var olabilirdi belki ama bu olasılık, kızak ekibinin lideri yapıldığı zaman geri döndürülemez bir şekilde ortadan kalkmış oldu. Çünkü artık köpekler ondan nefret etmekteydiler. Nefretleri, Mit-sah'ın ona verdiği fazla et yüzündendi; kendisine tanınan gerçek ya da görünüşteki ayrıcalıklar yüzündendi ve devamlı gözlerinin önünde ve arka ayaklarıyla kuyruğunu sallayarak kaçarak, ekibin önünde koşup onları çılgına çevirmesi yüzündendi. Beyaz Diş de aynı ölçüde nefret ediyordu onlardan. Kızak lideri olmakta gözü yoktu onun. Üç yıldır ezip hükmettiği köpeklerin oluşturduğu bu sürünün haykırışlarının önünde kaçar gibi koşmak zorunda kalmak onun kolay katlanabileceği bir şey değildi. Ama çaresizdi, ya buna katlanacak ya da ölüp gidecekti. Oysa ölmeye hiç de niyeti yoktu. Mit-sah hareket emrini verdiği anda bütün ekip gözü dönmüşçesine vahşi çığlıklarla Beyaz Diş'in üzerine atlıyordu. Kendini koruma olanağı yoktu. Arkasına dönmeye kalktığında Mit-sah'ın acımasız kırbacı yüzüne iniyordu. Yapabileceği tek şey hızla koşmaktı. Arkasındaki uluyan sürüyle kuyruğu ve arka bacaklarıyla başa çıkamazdı. Bunlar, onlarca merhametsiz dişin karşısına dikilmeye uygun silahlar değildi. O da koştu; her adımında kendi doğasını ve gururunu ayaklar altına alarak, gün boyunca durmadan koştu. Bir varlığın doğasının gereklerini aşabilmesi ancak o doğayı ters yüz edebilmesi hâlinde mümkün olabilir. Bu ters yüz olma, kıl dönmesine benzer; normalde vücuttan dışarıya doğru uzayan kıl, doğal olmayan bir şekilde yön değiştirerek vücudun içine doğru uzamaya başlarsa, sıkıntı yaratan, acı veren bir hâl alır. İşte Beyaz Diş aynen bu durumdaydı. Benliğinin her parçası onu peşinde bağrışıp duran köpeklerin üzerine atılmaya zorluyordu ama tanrıların istekleri farklıydı; bu isteklerini de geyik bağırsağından yapılma on metrelik bir kırbaç destekliyordu. Beyaz Diş'in içi içine sığmıyordu ama ruhunun derinliklerinde acımasızlığına ve dik başlılığına denk düşen bir kin ve düşmanlık beslemekle yetinmek zorunda kalıyordu. Eğer bu dünyada kendi türüne düşman bir hayvan varsa, o kuşkusuz Beyaz Diş'ti. Kimseden merhamet beklemez, kimseye de merhamet etmezdi. Sürüyle sonu gelmez bir kavga hâlindeydi; sürünün köpekleri üzerinde işaretini bırakmaktan hiç geri durmazdı. Beyaz Diş, kamp kurulup bütün köpekler serbest kalınca, hemen sahibinin yanına koşan sürü liderlerinden farklı olarak, böyle bir korumaya ihtiyaç duymazdı. Kampın içinde hiç çekinmeden dolaşır, gündüz çektiklerinin bedelini diğerlerine fazlasıyla ödetirdi. Daha Beyaz Diş sürü başı olmadan önce köpekler onun yolundan çekilmeyi öğrenmişlerdi. Ama artık durum farklıydı. Gün boyu süren kovalamacanın ardından sürüdeki köpeklerin bilinçaltına onun kaçan görüntüsü yerleşiyor, gündüz edindikleri geçici üstünlük duygusunun sarhoşluğuyla ona yol vermeye yanaşmıyorlardı. Beyaz Diş aralarına ne zaman karışsa, kıyamet kopuyordu. Yaklaştığı anda hırlamalar ve homurdanmalar ortalığı kaplıyordu. Beyaz Diş'in soluduğu hava bile kin ve düşmanlık doluydu. Bütün bunların tek sonucu da, içindeki kin ve düşmanlığın her an biraz daha körüklenmesi oluyordu. Mit-sah bağırarak ekibin durmasını emrettiğinde, Beyaz Diş bu emre hemen uyuyordu. Bu önceleri diğer köpeklerin arasında sorun çıkmasına neden oluyordu. Hepsi birden nefret ettikleri liderin üzerine atılıyor, o zaman da her şey altüst oluyordu. Mit-sah elinde kocaman kırbacıyla devreye giriyordu. Zamanla köpekler ekibe dur emri verildiğinde Beyaz Diş'i yalnız bırakmak gerektiğini anladılar. Ama lider kendi kararıyla durduğu zaman üzerine atılmaları, hatta güçleri yeterse canına okumaları serbestti. Bu durumda Beyaz Diş de emir almadan durmamayı öğrendi. Çabuk öğreniyordu; bu hayatta kaderine düşen o ağır koşullar altında ayakta kalabilmek için hızla öğrenmesi onun için yaşamın bir zorunluluğuydu. Ama köpekler onu kampta rahat bırakmaları gerektiğini bir türlü öğrenememişlerdi. Bağırıp çağırarak peşinden koştukları her gün, bir önceki gün aldıkları dersin akıllarından uçup gitmesine neden oluyordu; bu ders ertesi gece tekrarlanıyor, bir sonraki gün yine unutuluyordu. Ayrıca köpeklerin liderlerine karşı besledikleri bütün bu olumsuz duyguların daha derin nedenleri de vardı. Kendileriyle Beyaz Diş arasında bir tür farkının söz konusu olduğunu sezmiş gibiydiler-bu da kendi başına düşmanlık duymaları için yeter de artardı bile. Aslında onlar da liderleri gibi evcilleşmiş kurtlardı ama kuşaklar önce. İçlerindeki vahşi yaşam kalıntıları çoktan silinip gitmişti, bu yüzden vahşi yaşam onlar için dehşet verici bir şeydi, korkutucu ve sürekli savaş hâlinde olan bir şeydi, bilinmeyendi. Oysa o, hem görünüşü, hem de davranışları ve içgüdüleriyle vahşi yaşamın bir parçası gibiydi. Liderleri onu sembolize ediyor, kişiliğinde somutluyordu; bu nedenle ona dişlerini göstermeleri aslında ormanın kuytuluğunda ve kamp ateşinin ulaşamadığı karanlık köşelerde gizlenmiş yok edici güçlere karşı kendilerini savunmak içindi. Bu köpeklerin çok hızlı öğrendikleri bir şey vardı, o da bir arada durmaları gerektiğiydi. Beyaz Diş aralarından herhangi birinin tek başına karşısına çıkamayacakları kadar korkutucu bir hayvandı. Onun karşısına toplu hâlde çıkmalıydılar, aksi hâlde bir gece içinde hepsinin teker teker hakkından gelirdi. Bu yüzden Beyaz Diş onları öldürme fırsatını bir türlü yakalayamıyordu. Bazen aralarından birini yere deviriyor ama devam ettirip öldürücü gırtlak darbesini indirmeye fırsat bulamadan, bütün sürü üstüne çullanıyordu. İlk kavga işaretiyle birlikte bütün ekip bir araya toplanıp, karşısına dikiliveriyordu. Köpekler kendi aralarında dövüşe tutuşuyor ama Beyaz Diş söz konusu olunca o kavga hemen unutuluyordu. Öte yandan, ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar onlar da Beyaz Diş'i öldüremiyorlardı. Beyaz Diş onlara kıyasla çok daha çevik, yenilmez ve zekiydi. Dar ve sıkışık yerlerden uzak duruyor, onu kuşatmaya kalktıkları anda hemen oradan ayrılıyordu. Ayaklarını yerden kesip devirmek için ise, ona bu numarayı yapabilecek köpek yoktu. Ayakları hayata sarıldığı kadar sıkı basıyordu yere. Zaten sürüyle arasındaki bu ölüm kalım dalaşında, yaşam ile ayakları yere basmak aynı anlamı ifade ediyordu; kimse bunu Beyaz Diş'ten iyi bilemezdi. Böylece Beyaz Diş kendi türünün insanoğlunun ateşinin yanında yumuşamış, onun koruyucu kanatları altında âcizleşmiş olan evcil kurtların düşmanı olmuştu. Beyaz Diş katı ve acımasızdı. Onun hamuru böyle yoğrulmuştu. O bütün köpeklere karşı kan davası güdüyor gibiydi. Ve bu kan davasını öyle bir şiddetle yürütüyordu ki, Beyaz Diş'in gaddarlığını, kendisi de son derece sert ve vahşi bir insan olan Boz Kunduz'un bile havsalası almıyordu. Hayatı boyunca onun gibi bir hayvana rastlamadığına yemin edebilirdi; başka köylerden gelen Kızılderilililer onun köpekler arasındaki öldürme maceralarını duyunca, aynı şeyi söylüyorlardı. Beyaz Diş beş yaşına geldiğinde Boz Kunduz onu yeni bir uzun yolculuğa çıkardı; bu yolculuk süresinde Mackenzie boyunca ve Rocky dağlarının ötesinde Yukon'a kadar Porcupine nehri üzerinde yer alan köylerde yarattığı kargaşa uzun süre insanların dillerinden düşmedi. Türünden intikamını alırken büyük bir coşkuya kapılıyordu. Rastladığı bütün köpekler sıradan, dünyadan haberi olmayan hayvanlardı. Onun hiç habersiz, doğrudan çevik bir atılışla saldırmasına hazırlıksız yakalanıyorlardı. Onun yıldırım hızıyla ölüm saçan bir hayvan olduğunu bilmiyorlardı. Karşısında kabarıyor, bacaklarını geriyor ve meydan okuyorlardı, oysa o giriş faslıyla hiç zaman kaybetmiyor, onlar şaşkın şaşkın bakarken çelik bir yay gibi aniden fırlayarak, ne olduğunu anlama fırsatı vermeden gırtlaklarına yapışıp öldürüveriyordu. Dövüş konusunda iyice ustalaşmıştı. Çok tutumlu hareket ediyordu. Gücünü asla boşa harcamıyor, itiş kakışla zaman yitirmiyordu. Bu tür şeylere fırsat bırakmayacak kadar hızlı saldırıyor, ıskalaması hâlinde de yine aynı hızla hareket ediyordu. Kurtlara özgü o fazla yakınlıktan hoşlanmama içgüdüsü onda da oldukça vardı. Bir başka bedenle uzun süreli bir temasa katlanamıyordu. Burnuna tehlike kokusu geliyordu. Bu durum çılgına çeviriyordu onu. Uzak durmalı, özgür ve kendi ayaklarının üzerinde olmalıydı; hiçbir canlıyla temas hâlinde kalamazdı. Bu duyguyu yerleştiren şey, yavruyken yaşadığı yalnız hayattı. Tehlike temaslardan türerdi. Temaslar tuzak doluydu onun için; yaşamının derinliklerine sinmiş bir korkuydu bu tuzak korkusu, ta benliğine işlemişti. Dolayısıyla, karşılaştığı yabancı köpeklerin hiç şansı yoktu. O hayvanların dişlerinden kurtulmak onun için işten bile değildi. Onları ya haklıyor ya da bırakıp gidiyordu ama her iki durumda da hiç sıyrık almıyordu. Tabi arada bir istisnalara da rastlanmıyor değildi. Kimi zamanlar birçok köpeğin Beyaz Diş'e kaçma fırsatı vermeden bir güzel canına okuduğu da oluyordu; bazen de tek bir köpeğin ona büyük zarar verdiğine rastlanıyordu. Ama bunlar pek nadirdi. Esasında, o kadar becerikli bir köpek olmuştu ki, tek bir sıyrık almadan işini hallediyordu. Bir başka üstünlüğü de, zamanı ve uzaklıkları iyi ölçme yeteneğiydi. Bunu bilinçli yaptığı söylenemezdi. Oturup hesaplama yapmıyordu. Otomatikman gerçekleşiyordu bu. Gözleri iyi görüyor, sinirleri bu görüntüyü beynine doğru düzgün iletiyordu. Organları sıradan bir köpeğe göre daha hassastı ve birbirleriyle daha uyumlu çalışıyordu. Sinir, kafa ve kas uyumu müthişti. Gözleri bir olayın hareketli görüntüsünü beynine aktarırken, beyni söz konusu hareketin geçtiği yeri ve hareketin tamamlanması için gereken süreyi zorlanmadan ölçebiliyordu. Bu sayede başka bir köpeğin sıçramasını ya da dişleriyle yaptığı saldırıyı boşa çıkarabiliyor, aynı zamanda kendi saldırısını yapacağı en uygun anı yakalamayı da başarabiliyordu. O bedensel ve zihinsel olarak kusursuzdu. Gövdesiyle beyni mükemmel bir mekanizmaya sahipti. Bu onun kendi başarısı değildi tabi. Doğa ona karşı ortalama bir köpeğe oranla daha cömert davranmıştı, hepsi bu. Beyaz Diş yaz başında Yukon Kalesi'ne varmıştı. Boz kunduz, Mackenzie ile Yukon arasındaki büyük düzlüğü kışın bitimine doğru aşmış, baharı Rocky dağlarının batıya bakan sırtlarında avlanarak geçirmişti. Sonra, Porcupine Nehrinin buzları çözülünce, kendisine bir kano yapmış, kutup dairesinin hemen altında akarsuyun Yukon'la kesiştiği noktaya kadar kürek çekmişti. Eski zamanlardan kalma Hudson'un Körfez Kumpanyası Kalesi buradaydı; burada her taraf Kızılderili, bol yiyecek ve eşi görülmedik heyecanlarla dolup taşıyordu. 1898 yazıydı ve binlerce altın arayıcısı Yukon'dan Dawson'a ve Klondike'a doğru yola çıkıyorlardı. Bunların çoğu bir yıldır yolda oldukları hâlde, hedeflerinden hâlâ yüzlerce kilometre uzaktaydılar; aralarında en az yol kat etmiş olanları sekiz bin kilometreyi geride bırakmış, bazıları ise neredeyse dünyanın öbür ucundan gelmişti. Boz Kunduz burada durdu. Altına hücum söylentileri onun kulağına da çalınmış, o da buralara balyalarca kürk, bağırsaktan iplerle dikilmiş eldivenler ve ayakkabılar getirmişti. İyi para kazanacağını düşünmese bu kadar uzun bir yolculuğa çıkar mıydı? Ama kazanmayı umduğu para, gerçekten kazandığının yanında devede kulak kalırdı. En uçuk tahminleri bile yüzde yüz civarında bir kârı aşmazken, o yüzde bin kazanmıştı. Ve tam bir Kızılderili gibi, bütün bir yaz ve kışın geri kalan bölümünde sürse bile, oturup ağırbaşlılık ve dikkatle bütün mallarını paraya çevirdi. Beyaz Diş, beyaz adamı hayatında ilk kez Yukon Kalesi'nde gördü. O zamana kadar tanıdığı Kızılderililerle kıyasladığında sanki onlar daha üstün bir ırktan tanrılardı. Edindiği izlenime göre bu ırk daha büyük güçlere sahipti, tanrısallık da güce dayanıyordu. Beyaz Diş beyaz tanrıların güçlü olduğunu mantık yürüterek bulmamıştı kuşkusuz, kesin bir genelleştirme de yapmış değildi. Bu bir duygudan başka bir şey değildi ama güçlü bir duygu. Gençlik yıllarında gökyüzüne yükselen insan yapımı çadırlar onu nasıl birer güç simgesi olarak etkilediyse, koca kaledeki dev kütüklerden yapılmış evler de aynı öyle etkilemişti. İşte bu, gücün ta kendisiydi. Bu beyaz tanrılar çok güçlüydü. Aralarında en güçlüsü Boz Kunduz olan onun tanıdığı tanrılara göre bu tanrıların nesneler üzerindeki hâkimiyetleri daha fazlaydı. Ama Boz Kunduz bile bu beyaz derili tanrıların yanında tanrı yavrusu gibi kalıyordu. Tabi ki Beyaz Diş bunları yalnızca hissediyordu. Bunların gerçek anlamda bilincinde olduğu söylenemezdi. Ama hayvanlar zaten mantıktan ziyade hisleriyle hareket ederler; Beyaz Diş'in bu saptamadan sonraki bütün davranışları, beyaz adamların daha üstün tanrılar olduğu varsayımına dayalı olacaktı. Önceleri onlara oldukça kuşkuyla yaklaşıyordu. Beyaz tanrıların içlerinde o bilinmeyen dehşetler ve acılardan ne kadarını sakladıkları belli olmazdı. Onları gözlemek konusunda büyük bir istek duyuyor ama bunu yaparken fark edilmekten korkuyordu. İlk birkaç saat etrafta sessiz sedasız gezinip onları güvenli mesafelerden izlemekle yetindi. Sonra beyaz adamların yanına yaklaşan köpeklerin herhangi bir cezaya çarptırılmadıklarını fark edince, onlara yaklaşmaya başladı. Kendisi de onlar açısından merak konusuydu. Kurda benzeyen görünüşü hemen dikkat çekiyor, herkes birbirine onu işaret ediyordu. Onu gösterdiklerini fark eden Beyaz Diş hemen savunmaya geçerek, yaklaşmaya kalkışanlara da dişlerini çıkararak geri kaçtı. Kimse ona eliyle dokunmayı başarabilmiş değildi; aslına bakarsanız, iyi ki başaran çıkmadı. Beyaz Diş kısa sürede bu tanrıların pek azının, yaklaşık bir düzine kadarının orada sürekli yaşadığını öğrendi. İki üç günde bir buharlı bir gemi (bu da başka bir güç simgesiydi onun gözünde) kıyıya yanaşıp birkaç saat kalıyordu. Bu buharlı gemilerin içinden beyaz adamlar çıkıyor, yine beyaz adamlar bu gemilere binip gidiyorlardı. Öyle görünüyordu ki, bu beyaz adamlar son derece kalabalıktı. Daha kaledeki ilk gününde bütün hayatı boyunca gördüğü Kızılderili sayısından çok daha fazla beyaz adam görmüştü; günler geçtikçe nehirden gelip orada bir süre durakladıktan sonra, yine nehirde yollarına devam edip gözden kaybolmayı sürdürdüler. Beyaz adamlar çok güçlü olabilirlerdi ama köpekleri hiç de onlara benzemiyordu. Beyaz Diş sahipleriyle birlikte karaya çıkan köpekleri görür görmez bunu anlamıştı. Şekilleri ve boyları da tamamen farklıydı. Kimi köpeklerin bacakları aşırı ölçüde kısaydı, kimilerinin ise aşırı ölçüde uzun. Kürk yerine tüyleri vardı, bazılarında neredeyse tüy bile yoktu. Hele dövüşmekten hiçbiri anlamıyordu. Kendi türünün düşmanı olan Beyaz Diş onlarla dövüşmeyi kafasına koymuştu. Ama kısa sürede bu hayvanlar iyice gözünden düştü. O kadar yumuşak, zavallı hayvanlardı ki, onun beceri ve kurnazlıkla hallettiği şeyleri kaba kuvvetle yapmaya kalkıyor ve ortalıkta sakar sakar dolaşıyorlardı. Havlayarak üstüne atılıyorlardı. O zaman, usulca kenara kaçması yetiyordu. Daha nereye gitti demeye kalmadan, omzuna bir darbe indiriyor, ayaklarını yerden kestikten sonra hemen gırtlağına yapışıyordu. Bazen böyle bir darbe yiyen köpek bir süre yerden kalkamıyor, bu sefer kenarda tetikte bekleyen Kızılderili köpekleri sürüsü toprağın içinde debelenen hayvanın üzerine çullanarak, onu param parça ediyordu. Beyaz Diş zekiydi. Tanrıların köpekleri öldürülünce çok kızdıklarını öğreneli uzun zaman olmuştu; beyaz adamlar da bu konuda farklı değillerdi. Bu nedenle, o beyaz adamların köpeklerinden birinin gırtlağını boydan boya yardıktan sonra geri çekilip, işin en gaddarca kısmını tamamlamayı sürüye bırakmakla yetiniyordu. O sırada koşturarak gelen beyaz adamlar bütün hınçlarını sürüden çıkarıyorlardı; kimse Beyaz Diş'e dokunmuyordu. Sürüdeki diğer hayvanların tepesine taşlar sopalar, baltalar ve çeşit çeşit silah yağarken, o belli bir uzaklıktan olan biteni izliyordu. Beyaz Diş gerçekten de pek zekiydi. Sürünün diğer üyeleri de zamanla akıllandılar; tabi Beyaz Diş de onlarla birlikte. Eğlencenin, buharlı gemilerden birinin kıyıya yanaşmasıyla başladığını öğrenmişlerdi. İlk iki üç yabancı köpek haklanınca, beyaz adamlar öteki köpeklerini gemiye geri götürüyor ve bu işin sorumlularının canına okuma tehditleri savuruyorlardı. Beyaz adamlardan biri seter cinsi köpeğinin gözlerinin önünde parçalanması üzerine tababcasına sarıldı. Peş peşe altı el ateş etti; sürünün köpeklerinden altısı ya hemen öldü ya da can çekişmeye başladı-bu da Beyaz Diş'in bilincinin derinliklerine kazınan bir başka güç simgesi olmuştu. Beyaz diş büyük keyif alıyordu bundan. Çünkü kendi türünü sevmiyordu; kendi paçasını kurtarmayı becerecek kadar da kurnazdı. Beyaz adamın köpeklerini öldürtmek daha çok öylesine bir oyun gibi başladı. Bir süre sonra devamlı bir meşgale hâlini aldı. Yapacak başka bir işi yoktu. Boz Kunduz ticaretiyle ve para kazanmakla meşguldü. Beyaz Diş de iyice adı çıkan Kızılderili köpekleri çetesiyle etrafta dolaşarak, buharlı gemileri bekliyordu. Her gemi gelişinde yeni bir eğlence başlıyordu. Beyaz adamlar birkaç dakika içinde şaşkınlığı üzerlerinden atınca, çete dağılıveriyordu. Eğlence, yeni bir buharlı geminin gelişine kadar erteleniyordu. Ama Beyaz Diş'in bu çetenin bir elemanı olduğu kesinlikle söylenemezdi. O aralarına bile karışmıyor, uzakta yalnız başına duruyor, hatta etrafına korku salıyordu. Onlarla iş birliği içinde olduğu doğruydu. Çete beklerken o yabancı köpekle kavgaya tutuşuyordu. O karşısındaki köpeği yere yıkınca, bu sefer çete devreye girip işi bitirmeye koşuyordu. Evet, işte o zaman çeteyi öfkeli tanrıların gazabına bırakarak, geri çekildiği de doğruydu. Bu kavgaları başlatmak için öyle fazlaca bir çaba harcamasına da gerek yoktu. Yabancı köpekler kıyıya çıktığı zaman, kendini göstermesi yetiyordu. Onu görür görmez üzerine çullanıyorlardı. İçgüdüleri öyle söylüyordu. vahşi yaşamın simgesiydi Beyaz Diş onlar için. Çok eski çağlardaki dünyanın ateşlerinin çevresindeki karanlığın içinde fırsat kollayan o bilinmeyen, o korkunç, o tehdit yüklü şeyi anımsatıyordu; oysa onlar, içinde doğdukları vahşi dünyayı nesiller önce terk edip ona ihanet ederek, insanın ateşine koştukları için, bu vahşi dünyadan korkmayı öğreniyorlar, içgüdülerini buna göre yeni baştan yaratıyorlardı. vahşi dünyaya karşı beslenen bu korku, nesiller boyu kuşaktan kuşağa aktarılarak, ta iliklerine işlemişti onların. O, yüzyıllar boyu dehşetin ve ölümün simgesi olmuştu. Ve efendileri onlara, bütün bu süre boyunca vahşi dünyaya ait ne varsa her şeyi son kırıntısına kadar yok etme iznini vermişlerdi. Bu sayede hem kendilerini, hem de birlikte oldukları efendilerini korumuş oluyorlardı. Bu yüzden, ılıman Güney ülkelerinden gelen bu köpekler tahta iskeleden Yukon kıyılarına inip Beyaz Diş'i gördükleri anda onu yok etmek için üzerine saldırmaya karşı konulmaz bir itki duyuyorlardı içlerinde. Şehirde yetişmiş köpekler olmalarına rağmen vahşi dünyaya duydukları içgüdüsel korku aynen duruyordu. Gün ışığında apaçık karşılarında duran kurda benzeyen bu yaratığı gören yalnızca kendi gözleri değil, atalarının gözleri ve onlardan miras kalan anılardı. Onların sayesinde Beyaz Diş'in kurt olduğunu anlıyorlar ve o eski kan davası kafalarında canlanıveriyordu. Bütün bunlar Beyaz Diş'in günlerini daha eğlenceli hâle getiriyordu. Her iki taraf da birbirine aynı düşmanlıkla bakıyordu ama sonuçları açısından arada bazı farklar vardı; görüntüsünün yabancı köpekleri çekiyor olmasının Beyaz Diş için bir sakıncası yoktu, oysa bu durum onlar açısından oldukça tehlikeliydi. Onlar nasıl Beyaz Diş'i hak ettikleri bir av gibi görüyorsa, o da onları hak ettiği bir av gibi görüyordu. Gün ışığını ilk kez bir inde görmesi, orman tavuğu, gelincik ve vaşakla yaptığı ilk dövüşleri boşa gitmemişti. Gençlik döneminin Lip-lip ile bütün bir yavru sürüsünün zulmü altında geçmiş olması da boşa gitmemişti. Her şey daha farklı yönde de gelişebilirdi ama o zaman kendisi de daha farklı bir hayvan olurdu. Lip-lip olmasa o zaman yavru köpeklerin arasına karışacak, köpeklerle daha içli dışlı, daha dostça bir ilişki içinde yetişecekti. Boz Kunduz biraz daha sevgi ve şefkat gösteren biri olsaydı, Beyaz Diş'in doğasının derinliklerindeki bütün güzellikleri ortaya çıkarabilirdi. Gel gör ki, böyle olmamıştı. Beyaz Diş'in hamuru böyle yoğrulmuş ve sonunda bu şekli almıştı: aksi, yapayalnız, sevgisiz ve hırçın, türünün bütün hayvanlarına düşman.

BEYAZ DİŞHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin