DÜNYANIN DUVARI

665 4 0
                                    

7.bölüm

Annesi avlanma arayışları için inden ayrılmaya başladığı sıralarda gri yavru artık girişe yaklaşmasını yasaklayan yasayı tam anlamıyla öğrenmişti. Bu yasa ona yalnızca annesinin burnu ve pençesiyle zor yoluyla birçok kez anımsatılmakla kalmamıştı, ayrıca onun içinde içgüdüsel bir korku da boyatmıştı. Mağarada geçen bu kısa yaşamı boyunca korkulacak bir şeye rastlamamıştı. Ama korku, içinde yer etmişti. Binlerce nesil öncesindeki uzak atalarından gelen bir mirastı bu. Tek Göz ile dişi kurttan doğrudan aldığı bir mirastı ama onlara da kendilerinden önceki bütün kurt nesillerinden geçmişti. Korku! Hiçbir hayvanın kendini kurtaramadığı ya da bir kap yiyeceğe karşılık başkasına verip de kurtulamadığı şu vahşî dünyanın mirası. Gri yavru böylece, korkunun nesnesiyle tanışmadan, korkuyu tanımış oldu. Belki de korkuyu yaşamdaki kısıtlamalardan biri olarak kabullenmişti. Çünkü bu tür kısıtlamalar olduğunu öğrenmiş bulunuyordu. Açlığı tanımıştı; açlığını bastırmadığı zaman bunu bir kısıtlama olarak algılamıştı. Mağara duvarının sert engeli, annesinin burnu ile pençesinden yediği darbeler, kıtlık dönemi boyunca bir türlü doyurulamayan o açlık duygusu, bütün bunlar ona dünyada her şeyin özgürlükten ibaret olmadığını, yaşamda sınırlama ve kısıtlamaların da bulunduğunu öğretmişti. Bu sınırlama ve kısıtlamalar, yasaydı. Bu yasalara uymak, acıdan kurtulmak ve mutluluk anlamına geliyordu. Gri yavru bu sorunu bir insan gibi sorgulamıyordu elbette. O olayları canını yakanlarla yakmayanlar diye sınıflandırıyordu, o kadar. Bu sınıflandırmayı yaptıktan sonra da, canını yakanlardan, yani sınırlama ve kısıtlamalardan uzak duruyor, hoşuna giden ve iyi gelenlerin de tadını çıkarıyordu. İşte bu yüzden hem annesinin koyduğu yasalara, hem de o bilinmeyen, adsız şeyin yani korkunun yasalarına uyarak, mağaranın ağzından uzak duruyordu. Onun aklında orası beyaz ışık duvarı olarak yer etti. Annesinin yokluğunda zamanın çoğunu uyuyarak geçiriyor, arada bir uyandığında da boğazında düğümlenen ve dışa vurmak isteyen hıçkırık seslerini tutmaya çalışarak, sessiz sedasız oturuyordu. Bir keresinde, uyanık yatarken, beyaz duvarda acayip bir ses duydu. Sesin sahibinin mağaranın önünde kendi cesaretinden tir tir titreyerek içersini dikkatle koklayan bir sansara ait olduğunu bilmiyordu. Yavru bu kokunun yalnızca tuhaf, bir sınıflandırmaya girmeyen, bu nedenle de bilinmeyen ve korkutucu bir şey olduğunu biliyordu, o kadar; korkutucu olmasının nedeni, bilinmeyenin korku yaratan unsurların başında gelmesiydi. Gri yavrunun sırtındaki tüyler kabardı, ama sessizce. Kokusunu aldığı bu şeye karşı tüylerini kabartmanın gerektiğini nereden biliyordu? Bunu bilerek yapmış değildi ki; bu içinde olan ve varlık nedenini bilmediği korkunun gözle görülür biçimde açığa çıkmasıydı. Bu korkuya eşlik eden bir başka içgüdü daha vardı: saklanma içgüdüsü. Küçük kurt dehşete kapılmıştı, ama yine de hiç çıt çıkarmadan, taş gibi hareketsiz bir şekilde olduğu yerde kaldı; gören ölü sanırdı. O sırada eve dönen annesi uzaktan sansarın kokusunu alınca yüksek sesle hırlayarak hızla ine daldı ve yavruyu alışık olmadığı bir şefkat gösterisiyle yalamaya başladı. Ve yavru şöyle ya da böyle büyük bir acıdan kurtulmuş olduğunu hissetti. Fakat bu sırada yavrunun içinde yeşeren başka güçler de vardı, bunların başında geleni, büyümesiydi. İçgüdüsü ve yasalar ondan itaat etmesini istiyordu. Ama büyümesi onu itaatsizliğe itiyordu. Annesi ve korku onu duvardan uzak durmaya zorluyordu. Oysa büyüme yaşam demekti ve yaşam da ışığa yönelmeyi gerektiriyordu. Yediği her lokma ve soluduğu her nefesle içinde gittikçe kabaran yaşam enerjisini bastırması olanaksızlaşmıştı. Sonunda bir gün yaşam dürtüsü korku ile itaati süpürüp attı ve yavru kurt acemi adımlarla mağaranın ağzına doğru yürümeye başladı. Yavrunun önceden tanıdığı bütün diğer duvarlardan farklı olarak bu duvar, o yaklaştıkça kendisinden kaçıyordu sanki. Önünü yoklamak için uzattığı narin burnu herhangi bir sert yüzeye çarpmamıştı. Bu duvarı oluşturan madde ışık gibi geçirgen ve yumuşak görünüyordu. Nesnenin yalnızca görüntüsü hakkında bir bilgisi olduğu için, duvar diye bildiği şeyin içine dalarak, onu meydana getiren maddenin içinde yıkandı. Baş döndürücüydü. Katı maddenin içinde yürüyordu. Işık da giderek çoğalıyordu. Birden korku baskın çıkarak, onu geri dönmeye zorladıysa da, içindeki büyüme gücünün dürtüsüyle ilerledi. Birden kendisini mağaranın ağzında buluverdi. İçinde bulunduğunu sandığı duvar birden ölçülemeyecek kadar uzaklara gitmişti. Işık canını yakacak kadar parlaklaşmıştı. Gözlerini kamaştırıyordu parlaklık. Birden ortaya çıkan bu müthiş mekân genişlemesi de aynı şekilde başını döndürmüştü. Gözleri nesnelerin artan uzaklığına göre odaklama yaparak, kendini ışığa otomatikman ayarladı. İlk fark ettiği, duvarın görüş alanının dışına kaçmış olduğuydu. Hâlâ görebiliyordu, ama oldukça uzaktaydı. Hem görünüşü de değişmişti. Akarsu boyunca dizilmiş ağaçlarla, bu ağaçların ardında yükselen dağlar ve dağları aşıp üzerlerini kaplamış olan gökyüzüyle bezeli rengârenk bir duvardı artık bu. Üzerine birden büyük bir korku çöktü. İşte yine bir korkutucu bilinmeyene çatmıştı. Mağaranın ağzında çömelerek dünyayı seyretmeye başladı. Adamakıllı korkmuştu. Çünkü bu bilinmeyendi, onun düşmanıydı. Bu yüzden bütün sırtı ve boynunu kaplayan tüyleri dikiliverdi ve dehşetli ürkütücü bir hırlama çıkarmak amacıyla dudakları hafifçe gerildi. Bütün cılızlığına ve korkusuna rağmen koca dünyaya meydan okumaya kalkıyordu. Hiçbir şey olmadı. Çevresine bakmayı sürdürüyordu, buna öyle dalmıştı ki, hırlamayı bile unuttu. Bu arada farkında olmadan korkmayı da unuttu. İçindeki büyüme gücü en azından bir süre için merak biçiminde ortaya çıkarak, korkusunu dağıtıvermişti. Yakınındaki nesneleri algılamaya başladı: akarsuyun, güneşin altında parlayan kısmı, yamacın dibindeki yıldırımın parçaladığı bir çam ağacı ve mağaranın ağzına kadar yükselerek, durduğu yerin iki metre altında son bulan yamacın kendisi. Gri kurt o güne kadar bütün yaşamını düz bir zeminde geçirmişti. Düşmenin acısını hiç tatmamıştı. Düşmenin ne olduğunu bilmiyordu. Bu yüzden hiç düşünmeye gerek duymadan boşluğa doğru adımını attı. Arka ayakları henüz mağaranın ağzında bastığı yerde durduğu için, baş aşağı çakıldı. Toprağa burnunu kuvvetle çarpınca, bir çığlık koyuverdi. Hemen ardından kendini tutamayıp yamaçtan aşağıya doğru yuvarlanmaya başladı. Dehşetli bir paniğe kapılmıştı. Bilinmeyen sonunda eline geçirmişti onu. Kıskıvrak yakalamıştı ve canını fena yakacak gibi görünüyordu. Bu kez korku büyüme gücünü alt etmişti; korkmuş bir köpek yavrusu gibi cıyaklamaya başladı. Bilinmeyen, gri yavruyu, tanımadığı korkutan acılar içinde yuvarlamaya devam ediyordu, o da durmadan cıyaklıyor ve çığlık atıyordu. Bu, bilinmeyen yanı başında öylece dururken, korkudan donup kalmaya benzemiyordu; ondan farklı bir durumdu. Şimdi o bilinmeyenin eline düşmüştü. Sessiz kalmanın bir yararı olmazdı. Üstelik şu an onu sarsan şey korku değil, dehşetti. Derken yamacın eğimi azaldı, tabanı çimle kaplı bir zemine döndü. Yavrunun hızı burada iyice azaldı. Sonunda durunca, son bir hayret nidası koyuvererek, uzun bir sızlanma tutturdu. Ardından, sanki bu hayatında binlerce defa karşılaştığı bir şeymiş gibi, aşağı kayarken killi toprağa bulanan tüylerini yalayarak, vücut temizliğini yapmaya başladı. İşini bitirdikten sonra oturup Mars’a inen ilk dünyalı gibi çevresini inceledi. Yavru, dünyasının duvarını kırıp çıkmıştı, bilinmeyen onu elinden kaçırmıştı ve şimdi de işte sapsağlam orada duruyordu. Ama Mars’a inen ilk insan onun kadar yabancılık çekmezdi doğrusu. Herhangi bir önbilgi edinmeden, karşılaşacağı şeyler hakkında hiçbir uyarı almadan kendisini yepyeni bir dünyada bir kâşif konumunda bulmuştu. Korkutucu bilinmeyen onu bırakınca, o da bilinmeyenin taşıdığı dehşetleri hemen unutuvermişti. Şimdi yalnızca çevresini saran nesnelere duyduğu merak vardı aklında. Üzerinde durduğu çimenleri, yanı başındaki yaban mersinlerini, ağaçların arasındaki bir açıklığın kıyısında duran yanık çam ağacının gövdesini dikkatle inceledi. Ağacın gövdesinin etrafında turlayan bir sincabın kendisine doğru yöneldiğini fark edince ödü koptu. Korkuyla büzülüp hırlamaya başladı. Ama sincabın korkusu daha büyüktü. Ağaca tırmanıp güvenli bir mesafeden yaygara yapmaya başladı. Bu olay yavrunun cesaretini artırmıştı, gerçi az sonra göreceği ağaçkakandan ürktüyse de, eskisine göre daha büyük bir güvenle yola devam etti. Kendine o kadar güveniyordu ki, yoluna çıkıp sıçraya sıçraya giden tepeli bir guguk kuşuna oyun olsun diye patisini uzattı. Karşılığında burnuna keskin bir gaga darbesi alınca, cıyaklayarak olduğu yere sinip kaldı. Tepeli kuş, kurt yavrusunun çıkardığı sese fazla dayanamayarak uçup gitti. Yavru sürekli bir şeyler öğreniyordu. O puslu minik kafası şimdiden bilinçsizce bir sınıflandırma yapmıştı bile. Bir canlı olan şeyler vardı, bir de canlı olmayan. Ayrıca, canlı olanlara dikkat etmek gerekiyordu. Canlı olmayanlar hep yerinde kalırken, canlı olanlar hareket edebiliyordu ve onların ne yapacaklarını kestiremezdiniz. Onlardan beklenebilecek olan şey, beklenmedik olandı ve de buna karşı hep hazırlıklı olmak istiyordu. Acemi adımlarla yoluna devam etti. İlerlerken devamlı bir şeylere çarpıp duruyordu. Epeyce uzakta olduğunu sandığı bir çalı o anda ya burnuna çarpıyor ya da göğsünü tırmalıyordu. Yürüdüğü zemin düzgün değildi. Bazen adımını boşa atıyor ve burun üstü toprağa çakılıyordu. Çoğu kez de adımlarını kısa attığı için ayakları birbirine dolanıyordu. Bir de şu üzerine bastığı zaman ayaklarının altında yuvarlanan irili ufaklı çakıllar vardı ki, onlardan da her cansızın mağarasındaki cansızlar gibi sabit olmadığını, ayrıca küçük cansızların büyük cansızlara göre ters dönmeye ve yuvarlanmaya daha eğilimli olduğunu öğrendi. Her yanlış adımından bir şeyler öğreniyordu. Yürüdükçe, yürümesi düzeliyordu. Kendini ayarlayabiliyordu artık. Kas hareketlerini hesaplamayı, fiziksel sınırlarını tanımayı, nesneler arasındaki ve de nesnelerle kendi arasındaki uzaklığı ölçmeyi öğreniyordu. Onunki tam acemi şansıydı. O doğuştan bir et avcısıydı (gerçi o bunu bilmiyordu ama), bu nedenle daha ilk çevre gezisinde mağarasının kapısının ağzında ete rastladı. Bu kurnazca gizlenmiş olan orman tavuğu yuvasını bulması tam bir şans eseriydi. Üstelik tam üstüne düşmüştü. Devrik bir çam ağacının üzerinde gezintiye çıkmıştı, hepsi bu. Çürümüş ağaç kabukları ayağının altından kayınca da, bir imdat çığlığı koyuvererek, ağacın üzerinden aşağıya, yedi orman tavuğu yavrusunun bulunduğu çalılığın tam ortasına düştü. Yavrular çığlık çığlığa bağırıyorlardı, önce korktu onlardan. Sonra kuşların pek küçük olduğunu görerek, bir tehlike gelmeyeceğini anlayınca da, cesareti yerine geldi. Durmadan kıpırdıyorlardı. Pençesini bir tanesinin üzerine koydu, kuşun çırpınışı artmıştı. Eğlenceli geldi bu. Kuşu kokladı. Sonra kaldırıp ağzına aldı. Kuş çırpınarak ağzını gıdıklıyordu. O anda bir açlık duygusu yükseldi içinde. Dişleri kenetlendi. İncecik kemiklerin çıtırtısı duyuldu, ağzına hayvanın sıcacık kanı doldu. Güzel bir tattı bu. Et buydu işte, annesinin verdiğinden tek farkı, canlı canlı ağzına girmesi ve bu yüzden de daha iyi gelmesiydi. Böylece orman tavuğunu mideye gönderdi. Diğerlerini bitirene kadar da durmadı. Sonra bir yandan annesi gibi yalanırken, sürünerek çalılıktan çıkmaya davrandı. Tam o anda ne olduğunu anlamadan kendini birden bir tüy fırtınası içinde buldu. Anne orman tavuğunun ani saldırısı ve öfkeyle kanat çırpışı karşısında şaşkına dönerek bir şey göremez oldu. Kafasını pençelerinin arasına alıp inlemeye başladı. Darbeler giderek şiddetleniyordu. Anne orman tavuğu çılgına dönmüş bir hâldeydi. Derken o da sinirlenmeye başladı. Doğruldu, hırlayarak pençelerini savurdu. İncecik dişlerini kanatlardan birine geçirerek var gücüyle asıldı. Kuş serbest kalan kanadıyla darbeler indirerek ona karşı koyuyordu. Küçük kurdun ilk dövüşüydü bu. Çok heyecanlanmıştı. Bilinmeyen aklından uçup gitmişti. Artık hiçbir şeyden korkmuyordu. Dövüşüyor, kendisine darbeler vuran canlı bir şeyin üzerine saldırıyordu. Bu canlı şey etti üstelik. İçinde bir öldürme arzusu kabarmıştı. Az önce küçük canlıları öldürmüştü. Şimdi de büyük bir canlıyı öldürecekti. Mutlu olduğunu anlayamayacak kadar mutluluktan uçuyordu. Daha önce hiç tanımadığı olağanüstü bir heyecan ve coşku içindeydi. Dişini geçirmiş olduğu kanada asılarak, sıkı sıkıya kenetli dişlerinin arasından hırlıyordu. Orman tavuğu onu çalılığın içinden çekip çıkardı. Geri dönüp tekrar çalılığın içine sokmaya çalışınca, bu kez kurt onu açıklığa doğru sürükledi. Bu sırada kuş yeri göğü birbirine katıyor, düşmanına darbeler indirirken, tüyleri kar taneleri gibi uçuşuyordu. Müthiş bir gürültü kopuyordu. Kurt yavrusu büyük bir heyecan içindeydi, damarlarında kavgacı atalarının kanı doludizgin akıyordu. O farkında olmasa da, bunun adı yaşamaktı. Dünya üzerinde kendi varlığının anlamını gerçekleştirmekteydi; yaradılışının gereğini yerine getirmekteydi: canlıyı öldürmek ve öldürmek için dövüşmek. Yaşamın ona sunduğu şey olan varlığının hakkını vermeye çalışıyordu; yaşam, yaradılış amacına uygun hareket etmeyi hedefleyenleri, başarının doruğuna çıkarır. Bir süre sonra orman tavuğu pes etti. Yavru kurt kanadını hâlâ dişlerinin arasında tutuyordu, ikisi de toprağın üzerine uzanmış, birbirlerine bakıyorlardı. Tehditkâr ve korkutucu bir hırlama sesi çıkarmaya çalıştı. Tam o sırada kuş da yavrunun önceki maceralarından beri sızlamakta olan burnuna bir gaga darbesi indirdi. Acıyla sıçradı ama dayandı. Kuş gagalamaya devam etti. Yavrunun sesi sızıldanmaya dönüştü. Kuşu da beraberinde çektiğini unutarak, geri geri gitmeye davrandı. Gaga darbeleri sızlamakta olan burnuna dolu fırtınası gibi iniyordu. Birden dövüşme isteğini kaybetti. Avını bıraktı ve utançla arkasını dönerek açıklığa doğru koştu. Açıklığın öte yanında çalılığın kenarında dinlemek için kendini yere attı; dili bir karış dışarıdaydı, göğsü körük gibi inip kalkıyor, hâlâ acıyan burnu yüzünden inliyordu. Orada öylece yatarken birden başına korkunç şeyler geleceği hissine kapıldı. Bilinmeyen, bütün dehşetiyle sarmıştı yine onu, bunun üzerine içgüdülerine uyarak çalılığa doğru koştu. Aynı anda beraberinde bir rüzgârla, iri kanatlı uğursuz bir gövde üzerinden sessizce kayarak geçti. Sonsuz mavilikler içinden çıkıp gelen bir doğan kıl payı ıskalamıştı onu. Çalılığın dibinde yaşadığı dehşeti atlatmaya çalışarak yatarken, etrafını korkulu gözlerle süzüyordu; bu sırada anne orman tavuğu da açık alanın karşı tarafındaki darmadağın olmuş yuvasından çıkıyordu. Uğradığı ağır kaybın acısıyla gökyüzünde yaklaşan kanatlı tehlikeye dikkat etmemişti. Ama küçük kurt her şeyi gördü ve bu onun için iyi bir uyarı ve ders oldu: doğan aşağıya doğru ani bir dalışa geçtikten sonra, yere bir parmak kala durup pençelerini orman tavuğuna saplamış, acı ve korku dolu çığlıkları arasında, onu kaptığı gibi maviliklere doğru hızla uzaklaşmıştı. Kurt yavrusu saklandığı yerden uzun süre çıkamadı. Çok şey öğrenmişti. Canlılar etti. Yemesi hoş oluyordu. Bundan başka, canlı şeyler büyük olunca canını yakabiliyordu. Orman tavuğu yavruları gibi küçük canlı şeyleri yemek iyiydi, onun büyüklerinden uzak durmalıydı. Yine de içi içine sığmıyor, orman tavuğuyla bir daha dövüşmeye can atıyordu. Ama ne yazık ki doğan onu alıp götürmüştü. Kim bilir, belki başka orman tavukları da çıkabilirdi karşısına. Bunu ileride öğrenecekti. Kademeli bir şekilde alçalan bir kıyıdan ırmağa doğru ilerledi. Daha önce hiç su görmemişti. Ayak basmak için uygun görünüyordu. Yüzeyi engebesizdi. Hiç düşünmeden adımını attı; o an korkuyla haykırarak dibe, bilinmeyenin kucağına doğru inmeye başladı. Üşümüş ve nefes nefese kalmıştı. Her zaman nefes aldığında ciğerlerine dolan hava yerine bu kez su doluyordu. Duyduğu boğulma hissi ölüm ıstırabı gibiydi. Onun için ölümün ta kendisiydi. Asında onun ölüm hakkında bilinçli bir bilgisi yoktu ama vahşî dünyadaki her hayvan gibi ölümün sezgisine sahipti. Onun için bu acıların en büyüğü demekti. Bilinmeyenin ta kendisiydi; hakkında hiçbir şey bilmediği ve her şeyinden korktuğu bilinmeyenin dehşetlerinin toplamı, başına gelebilecek felaketlerin en büyük ve akıl almaz olanıydı. Su yüzeyine çıktı ve taze hava açık ağzından içeri doldu. Bir daha batmadı. Bütün bacaklarını oynatarak, sanki eskiden beri hep böyle yaparmış gibi yüzmeye başladı. Yakındaki kıyı bir metre mesafedeydi ama o arkası dönük olduğundan, derhâl gözüne çarpan karşı kıyıya doğru yüzmeye başladı. Akarsu oldukça küçüktü ama o noktada geniş bir havuz oluşturmuştu. Yavru, birikintinin ortasında akıntıya kapılarak ırmağın aşağısına doğru sürüklenmeye başladı. Dipteki küçük akıntı dalgasına kapılmıştı. Bu koşullarda yüzebilmesi olanaksız gibiydi. Durgun su birden öfkelenmişti. Bir batıp bir çıkıyordu suyun içine. Şiddetle sağa sola savruluyor, bazen bir kayaya ya da su altındaki taşlara çarpınca da feryadı basıyordu. Feryatlarına bakılırsa, yol boyunca çok sayıda kaya olmalıydı. Akıntının götürdüğü yönde ikinci bir havuz oluşmuştu, orada anafora kapılıp yavaş yavaş kıyıya, çakılların üzerine doğru sürüklendi. Çılgınca bir telaşla sudan çıkarak, toprağa uzandı. Yepyeni şeyler öğrenmişti dünya hakkında. Su canlı değildi ama hareket edebiliyordu. Ayrıca toprak kadar katı görünüyordu ama hiç de katı değildi. Vardığı sonuç, demek her şeyin göründüğü gibi olmadığıydı. Yavrunun bilinmeyenden korkusu miras almış olduğu bir güvensizlikti ve şimdi onu tecrübeyle güçlendiriyordu. Bundan böyle nesnelerin doğasını tanımak için, onların görünüşlerine güvenmeyecekti. Bir şeye güven duymaya başlamadan önce, onun hakkındaki gerçekleri tam olarak öğrenmesi gerekliydi. O gün kısmetinde bir macera daha vardı. Birden annesi olduğunu hatırladı. Onu dünyadaki her şeyden çok özlediğini hissetti. Yaşadığı maceralar yalnızca bedenini yormakla kalmamıştı, minik beyni de aynı derecede yorulmuştu. Bütün hayatı boyunca bu bir gündeki kadar çok çalışmamıştı. Üstüne üstlük, uykusu da gelmişti. Ezici bir yalnızlık ve çaresizlik duygusuna sürüklenmeye başlayınca da mağaraya, annesine doğru yola koyuldu. Çalılıkların arasında ilerlerken birden ürkütücü tiz bir çığlık duydu. Gözlerinin önünden sarı bir siluetin hızla geçtiğini fark etti. Az ilerisinde bir gelinciğin sıçrayarak uzaklaştığını gördü. Küçük bir canlıydı bu, bu yüzden ondan korkmadı. Ardından, ayaklarının dibinde çok daha küçük bir canlı gördü, birkaç santim boyunda ya var ya yoktu; o da kendisi gibi söz dinlemeyip macera aramaya çıkmış bir gelincik yavrusuydu herhâlde. Onu görünce geri geri kaçmaya kalkıştı. Küçük kurt patisiyle deviriverdi onu. Tuhaf, kulak tırmalayıcı bir ses çıktı ağzından. O sırada az önceki sarı silüetin yine gözünün önünden geçtiğini gördü. O ürkütücü çığlığı bir kez daha duydu ve tam o anda boynunun kenarına sert bir darbe yedi; anne gelinciğin keskin dişlerini etinde hissetti. Çığlık atarak viyaklayarak geri kaçarken, gelincik yavrusunu kaptığı gibi yan taraftaki otlar arasında gözden kayboldu. Boynunda açtığı kesik hâlâ acıyordu ama asıl gururu zedelenmişti. Oturup sızlanmaya başladı. Şu anne gelincik ne kadar da küçük ama vahşî bir şeydi. Gelinciğin cüssesine bakarak, vahşî doğadaki en acımasız, en korkunç ve en kinci katillerden biri olduğunu henüz bilmiyordu. Ama bu gerçeği kısmen de olsa öğrenmek üzereydi. Anne gelincik yeniden ortaya çıktığında bizimki sızlanmaya devam ediyordu. Yavrusu artık güvende olduğu için, hemen üzerine atılmadı. Bu kez çok daha dikkatle yaklaştı, böylece yavru kurt onun yılan gibi ipince bedenini, saldırmaya hevesli ve yine yılana benzeyen yukarı kalkık kafasını rahatça gözleme fırsatı buldu. Tehditkâr tiz çığlığı kurt yavrusunun tüylerini diken diken etmişti; o da gelinciği korkutmak için hırladı. Ama hayvan yaklaşmaya devam etti. Yavrunun takip etmeye alışık olmayan gözlerinin fark edemeyeceği bir hızla sıçrayan ince sarı gövde bir an görüş alanından kayboldu. Aynı anda da gırtlağına yapışmış ve dişleri postunun üzerinden etine gömülmüştü. İlk başta hırlayarak dövüşmeye çabaladı ama o kadar gençti ki, hem de bu dünyaya çıktığı ilk gündü. Hırlaması inlemeye, mücadelesi de kaçmaya dönüştü. Fakat gelincik boynunu bırakmıyordu. Asılmış kalmıştı, bir yandan da can damarının geçtiği noktaya doğru dişlerini bastırmaya çalışıyordu. Gelincik bir kan içiciydi ve tercihi hep kanı canlıların gırtlağından içmekti. Tam o sırada dişi kurt çalıların arasından çıkıp gelmese, gri yavru burada ölebilir ve hakkında bir öykü de yazılamazdı. Gelincik yavruyu bırakıp dişi kurdun gırtlağına doğru atıldı ama ıskalayarak çenesine yapıştı. Dişi kurt başını kırbaç gibi şiddetle iki yana sallayarak gelincikten kurtuldu ve onu havaya savurdu. Dişi kurt dişlerini daha havadayken ince sarı gövdeye geçirdi ve gelincik bu dişlerin arasında ölümü tattı. Yavru kurt bir kez daha anne şefkatine kavuşmuştu. Buna karşılık, annenin onu bulunca duyduğu sevinç, onun sevincini kat kat aşıyordu. Dişi kurt yavrusunu koklayıp gelinciğin dişlerinin açtığı yaraları yaladı. Sonra da ana oğul birlikte o kan içiciyi mideye indirdiler, sonra da mağaralarına dönüp uyudular.

BEYAZ DİŞHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin