ET YASASI

574 4 0
                                    

8.bölüm

Yavrunun gelişmesi oldukça hızlıydı. İki gün dinlendi, sonra yine mağaradan çıkma cesaretini kendinde buldu. Bu macerasında annesini yedikleri yavru gelinciğe rastladı ve onun sonunun da annesiyle aynı olması için üzerine düşeni yaptı. Ama bu gezintisinde yolunu şaşırıp kaybolmadı. Yorulunca inin yolunu bularak, dönüp uyudu. Ondan sonra da her gün dışarı çıkarak, daha geniş bir bölgeyi dolaşmaya başladı. Güçlü ve zayıf yanlarını daha iyi ölçebiliyordu artık, böylelikle de ne zaman daha cesur, ne zaman daha temkinli davranması gerektiğini de öğreniyordu. Her zaman temkinli olmak gerektiğine karar vermişti ancak ender zamanlarda, cesaretinden iyice emin olduğu anlarda kendisini küçük öfke nöbetleriyle hırsının ellerine bırakıyordu. Yalnız başına dolaşan bir orman tavuğuyla karşılaşınca, küçük bir şeytan kesiliveriyordu birden. İlk kez yanmış bir çam ağacının dibinde rastladığı sincabı her görüşünde bağırmalarına sert bir karşılık vermeden geçmiyordu. Bir ala kargayla karşılaşınca da, aynı cinsten bir hayvandan yediği o ilk darbeler bir türlü aklından çıkmadığı için, bir anda öfkeye kapılıp kendini kaybediyordu. Ama öyle zamanlar oluyordu ki, ala karga bile onu kızdıramıyordu; bunlar başka bir et avcısının varlığını hissettiği zamanlardı. Doğanı hiç unutmamıştı, onun hareket eden bütün gölgesini hissettiği anda en yakın çalıların içine dalıyordu. Artık beceriksiz, sarsak adımlarla yürümüyordu, şimdiden annesi gibi usulca ve sinsice, hiç zahmetsizce süzülür gibi ilerlemeye başlamıştı. Av konusunda ise başlangıçtaki acemi şansından eser yoktu. Öldürdüğü hayvanlar yedi orman tavuğu yavrusu ile bir gelincik yavrusundan ibaret kalmıştı. Öldürme tutkusu her gün biraz daha artıyor, yakınından geçerken çığlıklarıyla bütün diğer hayvanlara haber veren sincaba karşı da büyük bir iştah duyuyordu. Ama kuşlar nasıl uçabiliyorsa, sincaplar da ağaçlara tırmanabiliyordu; yavrunun yapabileceği tek şey, sincap yerdeyken görünmeden yaklaşmayı denemekti. Yavru kurt annesine büyük bir saygı besliyordu. O et bulabiliyor ve de onun payını asla unutmuyordu. Üstelik o hiçbir şeyden korkmuyordu. Yavru bu korkusuzluğun tecrübe ve bilgiye dayandığını anlayamıyordu. Bu ona sanki gücün etkisi gibi geliyordu. Annesi onun gözünde gücün simgesiydi; büyüdükçe bu gücü, onun gittikçe sertleşen pençe darbelerinde ve burnuna hafifçe dokunuşlarının yerini alan etkili diş darbelerinde hissediyordu. Bu yüzden de saygı duyuyordu annesine. Annesi ondan söz dinlemesini bekliyor, yavru büyüdükçe annesi de giderek daha çabuk sinirleniyordu. Bir daha kıtlık baş gösterdi ve yavru açlığın acısını daha açık seçik bir bilinçle tanıdı. Dişi kurt yetersiz beslenmekten iyice zayıfladı. Artık mağarada hiç durmuyor, zamanının çoğunu av peşinde geçiriyor ama bir sonuç alamıyordu. Bu seferki kıtlık dönemi fazla uzun sürmediyse de çok şiddetli geçti. Yavru annesinin memelerinde süt de bulamıyordu, kimse ona bir lokma et de getirmiyordu. Yavru önceden oyun olsun diye, sırf eğlence için avlanmıştı; şimdi tam bir ciddiyetle çabalıyordu ama hiçbir şey bulamıyordu. Ancak bu başarısızlık yeteneklerinin gelişmesini hızlandırdı. Sincabın alışkanlıklarını çok büyük bir dikkatle incelemeye verdi kendini; bir açığını yakalayarak ona şaşırtıcı bir baskın yapmak niyetindeydi. Tarla farelerini inceliyor, yuvalarından dışarı çıkarmaya çalışıyordu; alakargaların ve ağaçkakanların davranışları hakkında da bir sürü şey öğrenmişti. Ve günün birinde artık doğanın gölgesi onda çalılıklara saklanma ihtiyacı doğurmaz oldu. Daha güçlü ve akıllıydı artık, kendine güveni de daha fazlaydı. Ne var ki, bir yandan da çaresizdi. Bu yüzden, bir açıklıkta oturup, gökyüzünde uçan doğana meydan okudu. Çünkü tepesindeki maviliklerde süzülen şeyin midesinin ısrarla istediği et olduğunu gayet iyi biliyordu. Ama doğan yere inip dövüşmek istemiyordu; yavru da çalılığa giderek, hayal kırıklığı ve açlık duygusuyla sızlanıp durdu. Kıtlık sona erdi. Dişi kurt eve et getirmeye başladı. Tuhaf bir etti bu, daha önce getirdiklerine benzemiyordu. Kurt yavrusu gibi büyüme çağındaki ama onun kadar büyük olmayan bir vaşak yavrusuna aitti. Gelen etin hepsi onun içindi. Annesi karnını başka yerde doyurmuştu; yavru ise yediği etin annesinin karnını doyuran vaşak yavrularının sonuncusu olduğunu bilmiyordu. Üstelik böyle bir şey yaptığına göre, ne kadar çaresiz kaldığını da bilemezdi. Tek bildiği şey kadife tüylü vahşî kedi yavrusunun et olduğu ve yediği her lokmada kendini daha mutlu hissettiğiydi. Dolu bir mide ağırlaştırır, yavru kurt da mağarada annesinin yanına uzanıp uyudu. Onu uyandıran annesinin hırlaması oldu. O ana kadar hiç böylesine şiddetli bir hırlama sesi duymamıştı. Hatta belki de annesinin yaşamı boyunca çıkardığı en dehşetli hırlama sesiydi bu. Bunun bir nedeni vardı elbette ve bunu kimse annesinden iyi bilemezdi. Bir vaşağın yuvasına dalmak cezasız kalamazdı. Yavru birden, öğle sonrasının parlak aydınlığında inin girişinde dikilmiş bekleyen anne vaşağı gördü. Görür görmez de tüyleri diken diken oldu. İşte korku oradaydı, bunu anlaması için içgüdülerine gerek yoktu. Bu görüntü yetmezse, önce bir hırlamayla başlayan ve hızla boğuk bir çığlığa dönüşen öfkeli haykırışı yeterince ikna ediciydi. Küçük kurt içindeki yaşamın alevlendiğini hissetti ve annesinin yanında onunla birlikte kahramanca hırlamaya başladı. Fakat annesi onu yok sayarak arkaya doğru iteledi. Mağara girişinin basık olması yüzünden vaşak içeriye sıçrayarak dalamıyordu. Sürünerek girmeye çalışınca da dişi kurt üzerine atılarak onu yere yapıştırdı. Yavru dövüşün pek az bir kısmını görebiliyordu. Ortalığı hırlama, tıslama ve çığlık sesleri kaplamıştı. İki hayvan mağaranın orta yerinde alt ata üst üste yuvarlanıyordu; vaşak hem dişlerini hem de pençelerini kullanırken, dişi kurt yalnızca dişleriyle dövüşebiliyordu. Bir ara yavru atılarak dişlerini vaşağın arka bacağına geçirdi. Vahşîce homurdanarak, yapıştığı yerde kaldı. Farkında olmamasına rağmen, gövdesinin ağırlığıyla vaşağın bacağını oynatmasına engel olarak, annesinin aldığı darbeleri oldukça azaltmıştı. Bu sırada dövüşün gidişi birden değişiverince, kendisini ikisinin altında buldu ve vaşağın bacağını bırakmak zorunda kaldı. Bir süre sonra iki düşman anne birbirinden ayrıldı, vaşak dövüşe yeniden başlamadan önce yavrunun sırtındaki deriyi sıyırıp alan şiddetli bir pençe darbesi sallayarak, onu karşı duvara savurdu. Böylece ortalığı kaplayan gürültüye yavrunun acı dolu feryadı da eklenmiş oldu. Ama dövüş o kadar uzadı ki, ağlamasını bitirip yeni bir cesaret dalgası yakalayacak zamanı buldu; dövüşün sonlarına doğru yine aynı bacağa yapışmış ve dişlerinin arasından çılgın gibi hırlıyordu. Vaşak sonunda öldü. Ama dişi kurt da çok zayıf düşmüş, çökmüştü. Önce yavruyu okşadı ve omzundaki yarayı yaladı ama kan kaybı onu hâlsiz bırakmıştı, bu yüzden bütün bir gün ve gece boyunca hiç kıpırdamadan, zorlukla nefes alarak, hasmının leşinin yanında yattı. Bir hafta boyunca inden çıkmadı, yalnızca su içmek için dışarı adımını attığında bile hareketleri ağır ve acı verici oluyordu. Bu sürenin sonunda anne vaşak tamamen yenip bitirilmiş ve dişi kurdun yaraları av peşine düşebilecek kadar iyileşmişti. Yavrunun ise omuzu şişmişti, canı yanıyordu; bir süre bu derin kesiğin etkisiyle topallayarak yürüdü. Ama artık dünya değişik görünüyordu gözüne. Kendine duyduğu güven artmıştı, vaşakla yapılan dövüşten önce hiç sahip olmadığı bir gözü peklik duygusuyla dolaşıyordu şimdi. Yaşama daha acımasız yanından bakıyordu artık; dövüşmüştü, dişlerini düşmanının etine geçirmiş ve buna rağmen hayatta kalmayı başarmıştı. Bütün bunlar yüzünden daha büyük bir cesaretle, içinde yeni bulduğu bir yiğitlikle geziniyordu ortalıkta. Artık ufak tefek şeyler korkutmuyordu onu, ürkekliğini büyük ölçüde üzerinden atmıştı; gerçi bilinmeyen, gene de gözle görülmeyen ve her daim korkutucu olan sırları ve dehşetiyle üzerine yüklenmeye hiç ara vermemişti. Artık o da et avında annesine eşlik ediyor, öldürme konusunda yeni şeyler öğrenerek yavaş yavaş kendi katkısını da koyuyordu ortaya. Ve o da kendince et yasasını öğrendi. İki tür yaşam vardı: kendi türünün ve diğer türlerin. Kendi türünde annesiyle kendisi vardı. Öteki türde hareket eden bütün canlılar vardı. Ama öteki tür kendi içinde ayrılıyordu. Onun bir bölümü öldürüp yediklerinden meydana geliyordu. Bunlar öldürücü olmayanlar ve küçük öldürücülerden oluşuyordu. Diğer bölümde ise kendi türünü öldüren ve yiyen ya da kendi türü tarafından öldürülüp yenenler vardı. İşte yasa bu sınıflandırmadan çıkıyordu. Et yaşamın amacıydı. Et yaşamın bizzat kendisiydi. Yaşam yaşamdan beslenirdi. Yiyenler vardı, yenilenler vardı. Yasa şuydu: YA YİYECEKSİN YA DA YENECEKSİN. Bu yasayı elbette böyle açık seçik formüle etmiş, kavramlaştırmış ve vargıya dönüştürmüş değildi. Onun yasa filan düşündüğü de yoktu aslında; üzerinde hiç düşünmeden yasayı yaşıyordu, o kadar. Her yerde bu yasanın yürüdüğünü görüyordu. Kendisi orman tavuğu yavrularını yemişti, doğan da onların annesini. Doğan onu da yiyecekti az kalsın. Sonra, biraz büyüyüp de daha güçlü bir kurt yavrusu hâline gelince, bu sefer kendisi doğanı yemek istemişti. Vaşağın yavrusunu yemişti. Annesiyle birlikte anne vaşağı onlar öldürüp yemeseydi, o ikisini de yiyecekti. Bu böylece gidiyordu. Çevresinde ne kadar canlı varsa bu yasayı yaşıyorlardı ve o da kendini bu yasanın ayrılmaz bir parçası gibi duyumsuyordu. O bir öldürücüydü. Tek yiyeceği etti; önünden hızla geçip giden, gökyüzüne doğru havalanan, ağaçlara tırmanan ya da toprağın içine kaçan veya karşısına dikilip onunla dövüşmeye kalkan ya da işler tersine dönünce onun peşine düşen canlı et. Yavru kurt bir insan gibi düşünebilseydi, yaşamı doymak bilmez bir iştah, dünyayı da sayısız iştahı kabarık canlının kol gezdiği, birbirinin peşine düştüğü, avlayıp avlandığı, yediği ve yendiği, şiddet ve kargaşa dolu olan tam bir oburluk ve katliam kaosu içinde, insafsız, plansız ve amaçsızca tesadüflerle yönetilen bir yer olarak tasavvur edebilirdi. Ama küçük kurt bir insan gibi düşünmüyordu. Olaylara böyle geniş bir açıdan bakmıyordu. Onun tek bir amacı vardı, aynı anda yalnızca tek bir arzusu ya da düşüncesi olabilirdi. Et yasası dışında da, öğrenmesi ve uyması gereken başka yasalar vardı. Yaşam sürprizlerle doluydu. İçinde yaşamı duymak, kaslarının hareketini görmek ona sonsuz bir mutluluk vermeye yetiyordu. Av peşinde koşmak tam bir heyecan ve neşe kaynağıydı. Öfke duymak ve dövüşmek bile zevkti onun için. Hatta korku ve bilinmeyenin esrarı onun yaşama dürtüsüne güç katıyordu. Bir de kolaylıklar ve tatminler vardı. Karnını tıka basa doyurmak, güneşin altında sere serpe tembel tembel yatmak; bunlar, çabaları ve koşuşturmalarının karşılığında bir ödül gibiydi; gerçi bu çabalar ve koşuşturmanın kendisi de bir nevi ödül sayılırdı. Bütün bunlar yaşamın ifadesiydi, yaşam da kendini ifade edebiliyorsa, her zaman mutluluk dolu olur. Bu yüzden yavru kurdun etrafındaki düşmanca dünyayla bir alıp veremediği yoktu. O capcanlıydı, son derece mutlu ve gururluydu.

BEYAZ DİŞHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin