**
Gün güzel başladı. O gece hiç köpek kaybetmemişlerdi. Sessizlik, karanlık ve soğuğa doğru yola koyulurken, keyifleri oldukça yerindeydi. Bill sanki dün geceki kötü düşüncelerini unutmuş gibiydi, hatta öğlen vakti bozuk bir araziden geçerken kızağı deviren köpeklerle şakalaşmaya bile kalktı. Ortalık birbirine girmişti. Kızak başa aşağı dönmüş, bir ağacın gövdesiyle büyük bir kayanın arasına sıkışmıştı. Onu oradan kurtarıp düzeltmek için köpekleri çözmeleri gerekmişti. İki adam kızağın üzerine eğilerek doğrultmaya çabalarken, Henry tek Kulak’ın sıvışmak üzere olduğunu fark etti. “Gel buraya, Tek Kulak!” diye bağırdı ayağa kalkıp köpeğe doğru giderek. Ama Tek Kulak ardında ayak izlerini bırakarak, karın üzerinde hızla uzaklaştı. Ve izlerinin ulaştığı noktada onu dişi kurt bekliyordu. Yanına yaklaşınca, birden irkildi. Önce yavaşlayarak adımlarını daha ihtiyatlı ve tetikte atmaya başladı, derken durdu. Dişi kurdu dikkat ve kuşkuyla ama yine de arzuyla süzüyordu. Dişi kurt da ona tehditkâr değil davetkâr bir ifadeyle dişlerini göstererek, gülümser gibi bakıyordu. Oynaşarak bir iki adım geriledi. Sonra durdu. Tek Kulak yanına yaklaştı, hâlâ tetikte ve dikkatliydi; kuyruğu ve kulakları dikilmiş, başı yukarı kalkmıştı. Burnunu uzatarak koklaşmak istedi ama dişi kurt oynaşarak, cilveli bir edayla geri sıçradı. Köpeğin her ileri adımını dişi kurdun bir geri adımı izliyordu. Adım adım, onu insanların yakınında bulunduğu güven ortamından uzaklaştırıyordu. Bir ara sanki zihninde belli belirsiz bir uyarı ışığı yanmış gibi dönüp devrik kızağa, sürü arkadaşlarına ve kendisine seslenen iki adama baktı Tek Kulak. Ancak dişi kurt yanına yaklaşarak, bir an için koklaştıktan sonra, yine cilveyle geri sıçrayınca, zihninden geçen her ne idiyse, bir anda uçup gidiverdi. Bu arada Bill’in aklına tüfeği gelmişti. Aksi gibi o da ters dönen kızağın altında kalmıştı. Henry’nin sayesinde kızağı düzeltip tüfeği aldığı zamansa, iş işten geçmiş, Tek Kulak’la dişi kurt ateş etmeyi riskli hâle getirecek kadar birbirine yakınlaşmış ve atış mesafesi de adamakıllı büyümüştü. Tek Kulak yaptığı hatayı fark ettiğinde çok geçti artık. Daha adamlar ne olup bittiğini anlayamadan onun geri dönüp kendilerine doğru koşmaya başladığını gördüler. Bu sırada yolun sağından bir sürü sıska gri kurdun, önünü kesmek için onun koşu yoluna dik gelen bir açıyla karın üzerinde sıçrayarak yaklaştığını gördüler. Dişi kurdun o cilveli ve oyunbaz hâli birden değişivermişti. Hırlayarak Tek Kulak’ın üzerine atıldı. Köpek dişi kurdun saldırısını omzundan silkeleyerek karşıladı. Kızağa giden en kısa yolun tutulduğunu gören Tek Kulak kurtların çevresinde dolanmayı düşündü. Ama harekete geçen kurtların sayısı durmadan artıyor, kovalamacaya sürekli yeni kurtlar katılıyordu. Bu sırada dişi kurt Tek Kulak’ın bir sıçrama mesafesi kadar arkasında ve kendi derdindeydi. Henry birden arkadaşının koluna yapışıp, “Hey, nereye gidiyorsun?” diye sordu. Bill kolunu sallayarak kurtardı. “Buna seyirci kalacak değilim.” dedi. “Bakalım, becerirsem, bizden bir köpek daha kapamayacaklar.” Elinde tüfekle yolun kenarına sıra yapmış olan çalılığın içine daldı. Amacı belliydi. Kızağı, Tek Kulak’ın çizdiği dairenin merkezine alıp, kovalamacanın bir yerinde çemberi kesmeyi planlıyordu. Elindeki silahın ve aydınlık havanın avantajını kullanarak, kurtları korkutup köpeği kurtarmayı düşünüyordu. “Aman Bill!” diye seslendi ardından Henry. “Dikkatli ol! Şansını fazla zorlama!” Henry kızağın üstüne oturup izlemeye başladı. Elinden gelen başka bir şey yoktu. Bill çoktan gözden kaybolmuştu ama Tek Kulak çalılıkların ve seyrek çam kümelerinin arasında bir görünüp bir kayboluyordu. Henry köpeğin durumunu ümitsiz görüyordu. Tek Kulak da tehlikenin boyutlarının farkındaydı; kurtların çemberi daraltmasıyla sürekli daha açığa doğru, kızaktan uzağa sürükleniyordu. Tek Kulak’ın takipçileriyle arasında, çemberi kırarak kızağa yaklaşmasına yetecek kadar bir mesafe açabileceğini ummak mantıksız olurdu. İki çember hızla birleşme noktasına doğru yaklaşıyordu. Henry, karların arasında ağaçlar ve sık çalılar yüzünden göremediği bir yerde kurt sürüsüyle, Tek Kulak ve Bill’in karşılaşacağını biliyordu. Çok geçmeden korktuğu gerçekleşti. Önce bir silah sesi duydu, ardından peş peşe iki atış daha; Bill’in tüm cephanesini bitirdiğini biliyordu. Ardından birbirine karışan korkunç çığlıklar ve hırlamalardan oluşan bir patırtıyı dinledi. Tek Kulak’ın canhıraş feryatlarını tanıdı, arkasından yaralı bir hayvandan geldiği belli olan bir kurt çığlığı duydu. Hepsi bu. Hırlamalar kesildi. Çığlıklar duyulmaz oldu. Issız toprakların üzerine yine sessizlik çöktü. Henry kızağın üzerinde bir süre daha oturdu. Gidip bakmasına gerek bile yoktu. Neler olduğunu sanki gözlerinin önünde yaşanmış gibi biliyordu. Bir ara heyecana kapılıp, örtülerin altındaki baltaya yapıştı. Ama sonra kendini toparlayıp, düşüncelere daldı; son iki köpek ayaklarının dibinde titreşerek büzülüp kalmışlardı. Sonunda bedeninden tüm canı çekilmiş gibi bitkin bir hâlde doğrulup, yola çıkmak üzere köpekleri kızağa bağladı. Omzunun üzerinden bir ip geçirerek kendini de koşumladı ve köpeklerle birlikte kızağı çekmeye başladı. Ama fazla uzağa gidemedi. Çok geçmeden karanlık bastırmaya başlamadan kampı kurmak için acele etti ve güçlü bir ateş yakmak için bolca odun toplamaya koyuldu. Ardından köpekleri doyurdu; kendi yemeğini pişirip yedikten sonra da, ateşin dibine yatağını serdi. Ama o yatağın keyfini çıkarmak kısmet değildi ona. Gözlerini kapar kapamaz, kurtlar burnunun dibine sokuluvermişlerdi. Artık onları görmek için çaba harcamaya gerek yoktu. Onu ve kamp ateşinin çevresini daracık bir çembere almışlardı. Ateşin aydınlığında rahatlıkla seçilebiliyorlardı; kimi uzanmış yatıyor, kimi oturuyor, bazıları sürünerek yaklaşmaya çalışırken, bazısı da sinsice dolanıp duruyordu; aralarında uyuyanlar bile vardı. Hary sağda solda köpek gibi kıvrılıp karların üzerinde uzanmış kurtların, kendisine kısmet olmayan o uykunun keyfini çıkardıklarını görüyordu. Ateşi hep parlak alevli hâlde tutmaya çalışıyordu çünkü vücudundaki etle hayvanların iştahlı çeneleri arasındaki tek engelin o olduğunu iyi biliyordu. Köpekler iki yanında adamın bacaklarına yapışmış, acı acı sızlanıyor, kurtlardan biri fazlaca yaklaşınca da, çaresizlik içinde basıyorlardı feryadı. Bu gibi zamanlarda, köpekler hırlarken bütün çember hareketleniyor, kurtların hepsi ayaklanıyor ve açgözlü bir hırlama ve ulumalar korosu eşliğinde ileriye doğru hamle ediyorlardı. Bir süre sonra çember yine gevşiyor, uykusu bölünen kurtların şurada burada uykularına kaldıkları yerden devam ettiği görülüyordu. Böylece çember her an üzerine doğru gelmeye devam ediyordu. Milim milim, gıdım gıdım bir o yandan, bir bu yandan sokulan kurtlar sayesinde çember, canavarları sıçrama mesafesine sokacak kadar daralıyordu. O zaman adam ateşten bir parça odun alıp sürüye doğru fırlatıyordu. İyi nişan alınmış bir atışın fazlasıyla cüretkâr bir kurda isabet etmesiyse, her seferinde hayvanın öfke dolu çığlıklar ve bağırtılarla telaş içinde geri kaçmasıyla sonuçlanıyordu. Adam sabaha hâlsiz, bitkin ve uykusuzluktan gözlerini zor açar bir hâlde çıktı. Kahvaltısını karanlıkta hazırladı; saat dokuzda güneşin doğmasıyla birlikte kurt sürüsü geri çekilince, gece saatlerce planladığı şeyi yapmaya koyuldu. Körpe fidanları baltayla kesip sağlam ağaç gövdelerinin üzerine çaprazlama yerleştirerek, ağaçların tepesine bir iskele kurdu. Sonra kızağın kayışlarını kullanarak köpeklerin de yardımıyla tabutu bu iskelenin üzerine çıkardı. “Bill’in işini bitirdiler, benim işimi de bitirebilirler, ama seni asla kaptırmayacağım, genç dostum.” diye konuştu ağaç iskele üzerinde duran tabuttaki adama Henry. Bunun ardından yola koyuldu; hafifleyen kızak, tek güvencelerinin McGurry Kalesi’ne varmak olduğunu bilerek gayretle koşturan köpeklerin peşi sıra sıçrayarak kaymaya başladı. Kurtlar artık daha açıktan izliyor, sağdan, soldan ve geriden saklanmaya bile gerek görmeden yürüyorlardı; kıpkırmızı dilleri bir karış dışarı sarkmıştı, sıska bedenlerindekinde kaburgaları bir belirip bir kayboluyordu. İyice incelmiş, bir deri bir kemik kalmışlardı, kasları ipliğe dönmüş, kemik torbasından ibaret gibiydiler. Öyle sıskaydılar ki, Henry onların hâlâ nasıl ayakta kalabildiğine, nasıl olup da oracıkta yere serilmediklerine şaşıyordu. Karanlık bastırana kadar yola devam etmeyi göze alamadı. Gün ortasında güneş yalnızca ufkun güney tarafını pembeleştirmekle kalmamış, gökyüzünde soluk altın rengi bir kuşak da oluşturmuştu. Adam bunu bir işaret kabul etti. Günler uzamaya başlamıştı. Güneş geri dönüyordu. Ama daha onun dostça sarmalayan sıcaklığı kaybolur kaybolmaz, hemen kampı kurmaya koyuldu. Soluk gün ışığında ve kasvetli alaca karanlıkta hâlâ bir sürü zamanı kalmıştı, o da bu zamanını ateş yakmak için bol miktarda odun toplamakla geçirdi. Geceyle birlikte dehşet saatleri de başladı. Aç kurtların cesareti artmakla kalsa iyiydi, bir yandan da uykusuzluk çullanıyordu Henry’nin üzerine. Her iki yanında köpeklerle birlikte, ateşin başına çökmüş, battaniyeleri omzuna almış ve baltayı bacaklarının arasına sıkıştırmış hâlde, farkına varmadan dalıp gitmişti. Bir ara gözlerini açtığında, en çok on adım kadar ötesinde sürünün en irilerinden koca bir boz kurtla karşılaştı. Dehşet içinde öylece kurda bakarken, canavar hayvan, adamın karşısında gerinerek, sanki o aslında gecikmiş ama kısa bir süre sonra yenecek bir yemekmiş gibi sahiplenen bakışlarla ağzını ardına kadar açıp, tembel tembel esnedi. Aynı kendinden emin tavır bütün sürüye hâkimdi. İştahlı iştahlı kendisine bakan ya da sakin bir şekilde karların üzerine uzanmış uyuyan tam yirmi tane kurt saydı. Bunlar ona bir masanın etrafına toplanmış, yemeğe başlamak için izin bekleyen çocukları anımsattı. Yenecek olan yemek de kendisiydi! Bu yemeğin ne zaman ve nasıl başlayacağını o da merak ediyordu. Ateşe odun yığarken şimdiye kadar hiç tatmadığı bir duyguya kapılarak, vücuduna hayranlık duymaya başladı. Hareket eden kaslarını izleyip, parmaklarının ustaca işleyişini dikkatle inceledi. Alevlerin ışığında parmaklarıyla önce yavaş yavaş, sonra da seri kavrama hareketleri yaparak, kâh teker teker, kâh hepsini birden açıp kapayarak oynadı bir süre. Tırnaklarının yapısını inceledi, parmak uçlarını bazen sertçe, bazen de hafif hafif sıkarak sinirlerini denedi. Gördüklerine hayran kalmıştı; böylesine güzel, kusursuz ve nazik bir şekilde işleyen bu hassas bedenine birden büyük bir düşkünlük duymaya başladı. Sonra gitgide daralan çevresindeki çembere ürkek bir bakış atarak, birden o muhteşem bedeninin, o hayat dolu vücudunun bu yırtıcı hayvanlar için yalnızca aç dişlerinin arasında ezip parçalayacakları bir et kitlesinden başka bir şey olmadığı gerçeği beyninde şimşek gibi çaktı- tıpkı bir geyik ya da tavşanın kendisi için olduğu gibi. Bir ara uykuyla karışık bir kâbustan fırlayarak uyandı ve o anda kızıla çalan dişi kurdu tam önünde gördü. Beş altı adım kadar ötede karın üzerine oturmuş, arzu dolu bakışlarla onu seyrediyordu. Ayaklarının dibinde duran iki köpek inleyip sızlanıyordu ama dişi kurdun onlara aldırdığı yoktu. Gözünü adama dikmişti, o da bir süre ona baktı. Hâlinde tehditkâr bir hava yoktu. Yalnızca büyük bir istekle bakıp duruyordu, ama adam bunun aynı derecede büyük bir açlıktan kaynaklanan bir istek olduğunu iyi biliyordu. O bir yemekti, onun görüntüsü de kurdun iştahını kabartıp, heyecanlandırıyordu. Ağzı açıldı, salyaları akmaya başladı ve ziyafet heyecanıyla zevkle yalandı. Adamı bir dehşet dalgası sardı. Kurda fırlatacak bir odun parçası kapmak için telaşla ateşe uzandı. Ama daha uzandığı anda, parmakları odunu tutmaya fırsat bulamadan, hayvan geriye doğru bir sıçrayışla güvenli bir mesafeye kaçtı; adam onun üzerine bir şeyler fırlatılmasına alışkın olduğunu hemen anladı. Kurt kaçarken hırlayarak beyaz dişlerini olduğu gibi gösterdi; o arzu dolu ifade birden yerini etoburlara özgü o yırtıcı ve kötülük yüklü ifadeye bıraktı. Adam ucu yanmakta olan odunu tutan eline baktı; onu kavrayan parmaklarının odunun yüzeyindeki girinti ve çıkıntılara nasıl da ustalık ve zarafetle kendini uydurduklarını, parmaklarının kaba odunu evirip çevirerek kavrayışını, odunun yanan kısmı parmaklarına doğru yaklaştıkça yanan küçük parmağın ısı karşısında kendiliğinden hemen geri çekilip daha serince bir yer buluşunu izledi; aynı anda da o hassas ve zarif parmakların dişi kurdun beyaz dişleri arasında ezilerek çiğnenişi gözlerinin önüne geldi. Onu yitirmeye bu kadar yakın olduğu şu anki kadar düşkünlük hissetmemişti hiç kendi bedenine karşı. Gece boyunca aç sürüye karşı yanan odun parçalarıyla mücadele etti. Artık iyice bitkin düşüp de uykuya dalınca, köpeklerin inilti ve hırlamalarıyla uyanıyordu. Sabah oldu ama ilk kez gün ışığı kurtları dağıtmayı başaramadı. Adam çekip gitmelerini boş yere bekledi. Adamın sabah aydınlığından aldığı cesareti sarsan, küstahça bir kendinden emin hava içinde onun ve ateşin çevresinde öylece durdular. Yola çıkmak için umutsuzca bir girişimde bulundu. Ancak ateşin dibinden ayrıldığı an kurtların en gözü pek olanlarından biri üzerine atıldı ama şans eseri yetişemedi. Geri kaçarak kurtardı kendini; hayvanın çenesi baldırının on santim kadar uzağında kenetlendi. Şimdi sürünün geri kalanı da iyice azmış, üzerine doğru geliyordu; onları güvenli bir uzaklıkta tutması ancak sağa sola fırlattığı alevli odun parçaları sayesinde mümkün oluyordu. Artık aydınlıkta bile odun kesmek üzere ateşin başından ayrılamaz olmuştu. Altı yedi metre kadar ileride kurumuş cansız bir çam ağacı duruyordu. Günün yarısını kamp ateşini bu ağaca doğru yaklaştırmaya çabalamakla geçirdi; düşmanlarına fırlatmak üzere yarım düzine yanan ince odunu her an hazırda tutuyordu. Ağaca ulaşmayı başarınca, onu yakılacak odunun en fazla olduğu yöne doğru devirmek için çevresindeki koruluğu iyice gözden geçirdi. Uyku ihtiyacının artık katlanılmaz noktaya yükselmesinin dışında, o gece de bir öncekinin aynıydı. Artık köpeklerin hırlamaları da etkisini yitiriyordu. Üstelik hiç durmadan hırladıklarından, adamın uykusuzluktan körelen duyuları köpeklerin uyarı seslerindeki tekdüzeliği aşan iniş çıkışların ayrımına varamıyordu. Bir keresinde irkilerek uyandı. Dişi kurdun bir metre mesafeye kadar gelmiş olduğunu gördü. Adamın eli mekanik bir biçimde hemen kestirmeden uzanarak koca bir yanan odunu hayvanın hırlayan açık ağzına yapıştırdı. Kurt acıyla feryat ederek geri fırlarken, adam yanan et ve tüy kokusunu keyifle içine çekti ve hayvanın başını sallaya sallaya öfkeyle homurdanarak uzaklaşmasını izledi. Ama bu kez uykuya dalmadan önce sağ eline yanar hâlde bir çam dalı bağladı. Gözlerini yummasının üzerinden birkaç dakika geçmeden elinin acısıyla uyandı. Bu saatlerce böyle sürdü. Bu şekilde her uyanışında elindeki yanar odun parçalarıyla kurtları uzaklaştırıyor, ardından ateşe birkaç odun daha fırlattıktan sonra, eline yeni bir dal bağlayarak tekrar uykuya dalıyordu. Bu böyle yararlı bir şekilde gidiyordu ki bir seferinde dalgınlıkla çam dalını iyice bağlayamadığından, o uykuya daldıktan sonra odun elinden kayıp düştü. Rüya görüyordu. McGurry Kalesi’ndeydi. Sıcak ve rahat bir ortamdaydı, Factor’la kâğıt oynuyorlardı. Ona sanki McGurry Kalesi’ni çepeçevre kurtlar sarmış gibi geliyordu. Kapının dibinde uluyorlardı. Factor’la oyunlarına ara verip bu seslere kulak kabartıyor, sonra da içeri dalmaya çalışan kurtların anlamsız çabalarına gülüyorlardı. Derken rüya tuhaflaşmaya başladı, birden bir çatırtı koptu. Kapı yıkıldı. Kurtların büyük salona daldıklarını görebiliyordu. Kurtlar doğrudan Factor’la onun üzerine koşuyorlardı. Kapının parçalanarak açılmasıyla çıkardıkları sesler dayanılmaz bir gürültüye dönüşmüştü. Bu seslere katlanacak hâli kalmamıştı. Rüyası giderek dönüşmekteydi ama neye dönüşmekte olduğunu o da anlayamıyordu. Ulumalar hiç kesintisiz devam ediyordu. Derken tamamen uyanıverdi ve ulumaların gerçek olduğunu gördü. Kurtlar korkunç hırlama ve çığlıklarla üzerine atılıyordu. Hayvanlardan biri dişlerini koluna geçirmişti. İçgüdüsel bir hareketle ateşin üzerine doğru atladığı anda bacağına saplanan keskin dişlerin etini sıyırışını hissetti. Ardından bir ateş savaşı koptu. Kalın eldivenleri bir süre için ellerini koruduğundan, eline geçirdiği kor parçalarını etrafa savurup duruyordu. Kamp ateşinin çevresi bir volkan patlamasını andırıyordu. Ama fazla uzun sürmedi bu. Yüzü ateşten su toplamaya başlamış, kaşları ve kirpikleri alazlanmış, ayaklarının ise içinde durduğu yakıcı sıcaklığa dayanacak hâli kalmamıştı. Adam elinde iki yanan odun parçasıyla ateşten dışarı sıçradı. Kurtlar geri çekilmişti. Sağda solda korların düştüğü yerlerdeki karlar eriyor ve zaman zaman gerileyen kurtlardan biri acıyla hırlayarak havaya zıplayınca da, bu korlardan birine bastığı belli oluyordu. Adam, elindeki ateş parçalarını en yakındaki düşmanlara doğru fırlatarak dumanlar tüten eldivenlerini karların üzerine attı ve ayakları biraz serinlesin diye karda tepinmeye başladı. Köpeklerin ikisi de ortalıkta yoktu; onların da günler önce Şişko ile başlayan ve muhtemelen bir iki gün içinde kendisiyle sona erecek olan bu uzun ziyafetin son lokmaları olup gittiğini gayet iyi biliyordu. Yumruğunu aç canavarlara doğru sallayarak, “Benim işimi bitiremediniz hâlâ!” diye bağırdı; bu ses, çemberi hareketlendirdi, kurtlardan toplu bir hırlama yükseldi ve bu sırada karların üzerinde yavaşça sürünerek adama doğru yaklaşan dişi kurt her zamanki iştahlı aç bakışlarıyla onu izlemeye koyuldu. Henry aklına gelen yeni bir fikri uygulamaya hazırlanıyordu şimdi. Kamp ateşini ortası boş geniş bir daire oluşturacak şekilde düzenledi ve altta erimekte olan kardan koruması için battaniyeleri açtığı bu boş alana serdi. Alev kalkanının ortasında gözden kaybolunca bütün hayvanlar adamın nereye gittiğini görebilmek için ateşe doğru yaklaştı. O ana kadar hep ateşten uzak durmuşlardı ama artık ateşin hemen yakınında dar bir çember oluşturmuş, alışılmadık gelen o sıcak karşısında çoğu köpeğin yaptığı gibi gözlerini kırpıştırıp esniyor, sıskacık bedenleriyle geriniyorlardı. Dişi kurt oturduğu yerde burnunu bir yıldıza doğru dikerek bir uluma tutturdu. Sürüdeki diğer kurtlar da teker teker başlarını gökyüzüne doğru kaldırarak açlıklarını haykırdılar. Önce şafak söktü, ardından gün ışıdı. Ateş iyice zayıflamıştı. Odun tükenmek üzereydi, yenilerini toplaması gerekiyordu. Alev kalkanının dışına çıkmak üzere bir adım atmayı denedi ama kurtlar hemen yolunu kesti. Yanan odunlar onları uzakta tutmayı başarmıştı ama artık geri kaçtıkları filân yoktu. Onları uzaklaştırmak için boşuna didindi bir süre. Pes edip ateş çemberinin içinde dizlerinin üzerine çökünce, kurdun biri alevlerin üzerinden sıçrayarak üzerine atıldı ama ıskalayıp közlerin içine düştü. Dehşet içinde bir feryat koparan kurt hırlayarak karların üzerine döndü ve pençelerini serinletmeye başladı. Adam battaniyelerin üzerine diz çöküp oturdu. Gövdesi kalçasından itibaren öne doğru eğik duruyordu. Omuzları gevşeyip düşmüş ve dizlerine kadar düşen başı adamın artık pes ettiğini anlatıyordu. Arada bir başını kaldırıp sönmek üzere olan ateşe çaresiz gözlerle bakıyordu. Alev ve kordan oluşan çember yavaş yavaş aralarında boşluklar bulunan parçalar hâlinde ayrılıyordu. Bu açıklıklar gittikçe büyüyüp çoğalırken, korlar daha hızla kararıyordu. “Bana kalırsa, artık ne zaman isterseniz gelip alabilirsiniz beni.” diye mırıldandı adam. “Ne olursa olsun uyuyacağım ben.” Bir ara uyandığında, çemberdeki bir açıklığın üzerinde tam karşısında kendisine gözlerini dikmiş olan dişi kurdu gördü. Kısa bir süre sonra yine uyandı, oysa ona sanki saatler geçmiş gibi geliyordu. Anlaşılmaz bir değişiklik olmuş gibiydi; bu değişiklik öylesine anlaşılmazdı ki, gözleri uğradığı şoktan fal taşı gibi açılmıştı. Bir şeyler olmuştu. İlkin ne olduğunu kavrayamadı. Sonra keşfetti. Kurtlar gitmişti. Geriye ne kadar yaklaştıklarının işareti olan ezilmiş karlar kalmıştı. Uyku yeniden bastırmaya başlamıştı, başı dizlerine düşüyordu, derken birden irkilerek kendine geldi. İnsan sesleri, kızakların kar üstünde çıkardığı sesler, koşum gıcırtıları ve gayretli köpeklerin havlamaları geliyordu kulağına. Nehir yatağının bulunduğu yönden ağaçların arasından dört kızak yaklaşıyordu. Altı adam sönmekte olan ateş çemberinin içindeki adama doğru yaklaştılar. Önce sarsarak kendine getirmeye çalıştılar bir süre. Adam onlara sarhoşmuş gibi bakarak, tuhaf, uykulu bir dille geveledi: “Kızıl dişi kurt… Köpeklerin yemeklerine dadandı… Önce köpeklerin yemeğini yedi… Sonra da köpekleri yedi… Sonra da Bill’i yedi…” Adamlardan biri onu sertçe sarsarak, “Lord Alfred nerde peki?” diye bağırdı kulağına. Bizimki başını ağır ağır salladı. “Yo, onu yemedi… Son kamp yerinde bir ağacın tepesinde serili o.” “Öldü mü?” diye haykırdı adam. “Hem de bir kutunun içinde…” diye cevapladı Henry. Bezgin bir hâlde omuzlarını adamın elinden silkip kurtardı. “Baksana, beni rahat bırak… Ben bittim tükendim artık… Herkese iyi geceler.” Gözleri titreyerek kapandı. Başı göğsüne düştü. Adamlar onu battaniyelerle tutup kızağa taşırken, horlaması dondurucu havanın içinde yayılmaya başlamıştı bile. Uzaklarda bir başka ses daha vardı. Uzakta ve belli belirsiz de olsa, kıl payı kaçırdıkları adamın peşini bıraktıktan sonra başka bir avın peşine düşen aç kurt sürüsünün ulumaları.
**
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BEYAZ DİŞ
Actionkeyifle okuyacaginızı umuyorum... uzatmadan sizi romanla baş baaşa bïrakayım iyi okumalar... (Begeni,yorum ve eleştrilerinizi unutmayın!!!)