9.bölüm
Kurt yavrusu onları birden karşısında buldu. Hata kendisindeydi. Mağaradan çıkıp su içmeye nehre inmişti. Uyku gözlerinden aktığı için pek sağına soluna dikkat etmemişti demek (Bütün gece et peşinde koşmuş, daha yeni kalkmıştı.). Dikkatsizliği bir ölçüde, ırmağa inen bu yola çok alışık olmasından da kaynaklanıyor olabilirdi. Bu yolu o kadar sık gidip gelirdi ama şimdiye kadar başına böyle bir şey geldiği olmamıştı. Devrik çam ağacının yanından dolanıp, açıklığı geçerek, ağaçların arasından ilerledi. Tam o anda onların hem kokusunu aldı, hem de kendilerini gördü. Tam önünde arka ayakları üzerinde duran, daha önce hiç görmediği cinsten beş canlı duruyordu. Bu onun insanoğluyla ilk karşılaşmasıydı. Adamlar onun yaklaştığını fark edince ayağa fırlamadılar; dişlerini gösterip hırlamaya da kalkmadılar. Kıpırdamadan, sessiz ve korkutucu bir şekilde, öylece oturmaya devam ettiler. Yavru da kıpırdamadan durdu. İçindeki bütün dürtülerin deli gibi kaçmasını söylemesine rağmen, aniden bir başka karşıt içgüdü belirivermişti. Üzerine büyük bir şaşkınlık çöktü. Altında ezildiği bir zayıflık ve küçüklük duygusuyla hareketsiz kalmıştı. Karşısında kendisinden kat kat uzak şeyler olan güç ve üstünlük vardı. Kurt yavrusu daha önce hiç insan görmemişti ama insana dair bir içgüdüsü vardı. Çok net olmasa da, insanoğlunda vahşî dünyanın diğer hayvanları üzerinde egemenlik kurmayı başarmış olan hayvanı hayal meyal algılayabiliyordu. Şimdi yavru kurt yalnız kendi gözleriyle değil, bütün atalarının gözleriyle bakıyordu insanoğluna; sayısız kış gecesi kamp ateşinin etrafında karanlığın içinde güvenli bir uzaklıkta çember oluşturarak, çalılıların arasından bütün canlıların efendisi olan o tuhaf, iki bacaklı hayvanı gözlemiş olan atalarının gözleriyle bakıyordu insanoğluna. Yavru kendisine atalarından miras kalan, yüzyıllar boyu sürmüş mücadelelere ve bu süreçte edinilmiş tecrübelere dayanan bir korku ve saygı ilişkisinin büyüsüne kapılmıştı. Bu miras, yavru bir kurt için son derece baştan çıkarıcıydı. Yetişkin bir kurt olsa, çoktan kaçıp gitmişti. Fakat o korkudan felç olmuş ve bir kurdun insanların ateşine yaklaşıp ısındığı ilk seferdeki gibi kendi cinsinin gösterdiği o bildik teslimiyet eylemini tekrarlamaya az çok hazır hâle gelmişti. Kızılderililerden biri kalkıp ona doğru ilerledi, yanına gelince çömeldi. Yavru iyice toprağa gömdü vücudunu. İşte yine bilinmeyen, et ve kandan oluşan bir bedene bürünerek, onu ele geçirmek için tepesine dikilmişti. Tüyleri farkında olmadan dikildi; dudakları aralanarak, küçük dişleri ortaya çıktı. Tepesinde bir kâbus gibi yaklaşmakta olan el birden durdu ve adam gülerek konuşmaya başladı: “Wabam wabisca ip pit tah.” (“Hey bakın, bembeyaz dişler.”) Öteki Kızılderililer de kahkahayla gülerek, adamdan yavruyu tutup kaldırmasını istediler. El üzerine giderek yaklaşırken, yavrunun içinde farklı içgüdüler birbirlerine girmişti. İki güçlü dürtü öne çıkıyordu: teslim olma ve dövüşme dürtüleri. Sonunda ikisinin ortasını buldu. El nerdeyse vücuduna değene kadar sesini çıkarmadı. Ama ondan sonra dişleri adamın eline uzanacak şekilde atılarak dövüşmeye başladı. O anda kafasına inen bir tokatla yere yapıştı. Bunun üzerine içindeki bütün dövüşme isteği uçup gitti. Yavruluğu ve teslimiyet güdüsü baskın çıktı. Arka ayaklarının üzerine oturup cıyaklamaya başladı. Ama elini ısırdığı adam iyice kızmıştı. Başının öbür yanına bir tokat daha yedi. Sonra doğruldu ve daha yüksek sesle bir cıyaklama tutturdu. Dört Kızılderili kahkahaya boğulmuştu, eli ısırılan adam da onlara katıldı. Yavrunun çevresini sarmış, o korku ve acıdan inlerken, kahkaha atıyorlardı. Tam onların arasında birden tanıdık bir ses duydu. Kızılderililer de duymuştu bu sesi. Yavru aslında bu sesin sahibini iyi biliyordu, acının yerine zafer tınısı taşıyan son bir inlemenin ardından sesini kesti ve her şeyle dövüşebilen, hiçbir şeyden korkmayan, yenilmez savaşçı annesinin ortaya çıkmasını beklemeye koyuldu. Annesi koşarken bir yandan da hırlıyordu. Yavrusunun çığlığını duymuş, onu kurtarmaya koşuyordu. Birden kalabalığın ortasına daldı; endişeli ve mücadeleye hazır anne görüntüsü hiç de göze hoş gelmiyordu. Ama yavru için, onu korumaya yönelik olan bu öfkenin görüntüsü çok hoştu. Anne küçük bir sevinç çığlığı atarak yavrusuna doğru koşunca, insan-hayvanlar telaşla birkaç adım geri çekildiler. Dişi kurt kabarık tüyleriyle yavrusunun önüne geçip, gırtlağında boğuk bir hırlamayla yüzünü adamlara doğru döndü. Yüzü öfke ve dehşetten çarpılmış, boğazından çıkan o muazzam hırlama yüzünden burun kemiğinden başlayıp gözlerinin dibine kadar kırışmıştı. Derken adamlardan biri ”Kiche!” diye bağırdı. Bu bağırış şaşkınlık yüklüydü. Yavru, annesinin bu ses karşısında sakinleşmeye başladığını fark etti. “Kiche!” diye bağırdı adam tekrar, bu kez daha kesin ve otoriter bir sesle. Yavru o zaman annesinin, o korku bilmez dişi kurdun karnı yere değecek şekilde çömeldiğini, kuyruğunu sallayarak inlediğini ve böylece insan-hayvanlara teslim bayrağını çektiğini gördü. Ne olduğunu anlayamıyordu yavru. Afallamış kalmıştı. İnsanoğluna saygı dürtüsü uyanmıştı yine. İçgüdüsü doğru çıkmıştı demek ki. Annesi bile insan-hayvanlara boyun eğdiğine göre, bu içgüdüsünde yanılmamıştı. Az önce konuşan adam dişi kurdun üzerine doğru geldi. Elini başına koydu, annesi biraz daha eğilerek karşılık verdi. Isırmadı, ısıracakmış gibi de yapmadı. Öteki adamlar da kalkıp etrafını sardılar, ona dokunup okşadılar; o bu hareketlerin hiçbirine karşı koymadı. Adamlar bir hayli heyecanlanmışlar, ağızlarından bir takım sesler çıkarıyorlardı. Bu sesleri tehdit edici bulmadı ve sırtındaki tüyler ara sıra kabarmasına rağmen, boyun eğmek için elinden gelen çabayı harcayarak, annesinin yanına doğru sokulup yere kıvrıldı. “Aslında bunda tuhaf bir şey yok.” diye konuşmaya başladı Kızılderililerden biri. “Annesi bir köpekti ama babası da kurttu. Kardeşim onu çiftleşme zamanı üç gece üst üste ormandaki bir ağaca bağlıyordu ya. Bu yüzden Kiche’nin babası bir kurttur.” “Ama kaçalı bir yıl oldu, Boz Kunduz.” diye lâfa girdi bir başka adam. “Tamam, bunda da tuhaf olan bir şey yok, Somon Dili.” diye cevapladı Boz Kunduz. “Tam kıtlık günleriydi o günler, köpeklere verecek yiyecek yoktu ki hiç.” “Demek kurtlarla yaşamış bunca zaman, ha!” dedi bir başka Kızılderili. Boz Kunduz, “Evet, Üç Kartal, öyle görünüyor.” diye cevapladı elini yavrunun başına koyarak. “İşte bu da onun bir işareti.” Elinin dokunmasıyla yavru hafifçe hırlayınca, el önce geri çekildi, sonra da tokat olup geri döndü. Bunun üzerine yavru hemen dişlerini saklayarak, başını iyice yere eğince, deminki el kulaklarının arkasını ve sırtını bir ileri bir geri kaşımaya başladı. “İşte bu da onun işareti.” diye devam etti kaldığı yerden. “Annesinin Kiche olduğu ortada. Ama belli ki babası bir kurt. Yani içinde biraz köpeklik, bolca da kurtluk var. Dişleri bembeyaz olduğu için, ona Beyaz Diş diyelim. Boz kunduz böyle dedi. O bundan böyle benim köpeğimdir. Annesi Kiche kardeşimin köpeği değil miydi? O da öldüğüne göre…” Böylece dünya üzerinde bir ada kavuşmuş olan yavru oturduğu yerden etrafı izlemeye devam ediyordu. İnsan-hayvanlar daha bir süre ağızlarından sesler çıkarmaya devam ettiler. Boynunda asılı duran kından bir bıçak çıkartan Boz Kunduz, bir sopa kesmek için çalılığa doğru yürüdü. Beyaz Diş onu izliyordu. Adam sopanın her iki ucuna da çentikler atarak, bunlara hayvan derisinden yapılma ipler bağladı. İplerden birini Kiche’nin boynuna geçirdi. Sonra onu bodur bir çam ağacına doğru götürüp, sopanın diğer ucundaki ipi ağaca bağladı. Beyaz Diş annesinin peşinden giderek, yanına oturdu. O sırada Somon Dili’nin eli uzanıp sırt üstü deviriverdi onu. Kiche olanları endişeyle izliyordu. Beyaz Diş içinde korku içgüdüsünün yeniden kabarmaya başladığını hissediyordu. Elinde olmadan hırladı ama ısırmaya kalkmadı. Bir el parmaklarını büküp aralayarak, karnını oyun yapar gibi okşayarak onu yine karnının üzerine yuvarladı. Orada sırt üstü hiç de rahat olmayan bir şekilde yatarken çok gülünç görünüyordu. Öyle rahatsız bir duruşu vardı ki, bütün vücudu bu duruşa isyan ediyordu sanki. Kendini savunmak için yapabileceği bir şey de yoktu. Bu insan-hayvan ona zarar vermek istese, kaçıp kurtulma şansı olmadığının farkındaydı. Dört bacağı da havaya dikiliyken nasıl kaçabilirdi ki? Ama kendini teslim etmiş olmasından ötürü, korkusunu kontrol altına alması kolay oldu ve yalnız hafif bir hırlamayla yetindi. Bu kadarına da engel olamamıştı ama bu kez insan-hayvan kafasına vurarak öfkesini göstermeye kalkışmamıştı. Üstelik bu elin kendisini okşamak için ileri geri gidiş gelişinin Beyaz Diş’e açıklayamadığı bir zevk veriyor olması, son derce tuhaf bir durumdu. Yana devrilince hırlamayı kesti; parmaklar başında gezindikçe aldığı zevk artmaya başlamış, son bir okşama ve kaşımanın ardından adam onu bırakıp gidince de bütün korkusu uçup gidivermişti. İnsanlarla ilişkileri ilerledikçe korkuyu birçok kez tadacaktı; yine de bu olay, sonunda ulaşacağı insanlarla korkusuzca beraberliğinin ilk belirtileriydi. Beyaz Diş bir süre sonra yaklaşmakta olan bazı yabancı sesler duydu. Sınıflandırma yapmakta çok hızlı davrandı çünkü artık insan-hayvanların seslerini tanıyordu. Birkaç dakika içinde kabilenin geri kalanları tek sıra hâlinde ortaya çıktı. Hepsi ağır kamp malzemeleri ve teçhizatı altında iki büklüm olmuş toplam kırk kadar kadın, erkek ve çocuktan ibarettiler. Yanlarında bir sürü köpek de vardı; ufak yavrular hariç, onlar da kamp malzemesi yaşıyorlardı. Köpeklerin sırtlarına ve karınlarına sıkıca bağlanmış on ilâ on beş kilo kadar gelen yükler vardı. Beyaz Diş daha önce hiç köpek görmemişti ama ilk görüşte onların kendi türünden olduklarını ama aralarında bazı farklılıkların bulunduğu anladı. Fakat onlar yavru kurtla anasını fark ettikleri anda kurtlardan hiç farkları yokmuşçasına davrandılar. Hemen üzerlerine atıldılar. Beyaz Diş tüylerini kabartıp hırlayarak, ağızlarını açarak üzerlerine doğru gelen köpek seline hamle yaptı ama bir anda ayaklarının altında kalıverdi ve vücudunda keskin dişlerin ısırıklarını duymaya başladı. O da alttan yakaladığı bacaklara ve karınlara dişlerini geçirmeye çalışıyordu. Müthiş bir patırtı kopmuştu. Kendisi için dövüşe atılan annesinin hırlamasını duyabiliyordu; aynı zamanda da, insan-hayvanların bağırışlarını, saldırgan köpeklerin bedenlerine inen sopa darbelerinin seslerini ve bunları yiyen köpeklerin acı dolu feryatlarını duyuyordu. Bir iki saniye içinde ayaklarının üzerine dikiliverdi. Şimdi insan-hayvanların sopa ve taşlarla köpekleri geri çekilmeye zorladıklarını, kendisini savunduklarını, kendisini kendi türünden hem sayılabilecek, hem de sayılamayacak olan bu hayvanların acımasız dişlerinden kurtardıklarını görebiliyordu. Beyninde adalet gibi soyut bir kavramı algılayacak bir mantık yapısı bulunmamakla birlikte, bu insan-hayvanların adaletini hissetmiş ve onların gerçek kimliklerini yakalamıştı: yasa koyucular ve yasa uygulayıcılar. Ayrıca, onların yasaları yürütmelerindeki kudrete hayran kalmıştı. Daha önceden tanıdığı hayvanlara benzemiyorlardı hiç, ne ısırıyor, ne de pençe atıyorlardı. İnsan-hayvanlar kendi canlı güçlerini cansız şeylerin gücüne başvurarak hayata geçiriyorlardı. Cansız güçler kendilerine verilen işi yapıyorlardı. Böylelikle bu tuhaf yaratıkların yönettiği sopalar ve taşlar canlılar gibi havaya sıçrayarak, köpeklerin ağır biçimde canını yakmıştı. Ona kalırsa bu güç olağan üstüydü, inanılmazdı ve doğal olamazdı; tanrısal bir şeydi bu. Beyaz Diş’in yaradılışı gereği tanrılar hakkında herhangi bir şey bilmesi mümkün değildi-olsa olsa anlayamayacağı şeylerin varlığını bilirdi ama onun bu insan-hayvanlar karşısında duyduğu hayret ve şaşkınlık, bir dağın tepesine oturmuş, elindeki yıldırımları aşağıdaki şaşkın dünyaya fırlatan ilâhî bir yaratık karşısında duyulabilecek hayranlıkla kıyaslanabilirdi ancak. Son köpek de uzaklaştırılmıştı. Kargaşa sona ermişti. Beyaz Diş yaralarını yalarken, ilk kez yaşadığı bu köpek sürüsü zalimliğini ve köpeklerle bu ilk karşılaşmasını düşünüyordu. Kendi türünün annesi, Tek Göz ve babası dışında başka üyeleri olabileceği hiç aklına gelmemişti. Kendi başlarına ayrı bir tür oluşturuyorlardı onlar ve şimdi de burada aynı türden olduğu besbelli olan başka yaratıklar çıkmıştı karşısına. Kendi türünün daha ilk görüşte üzerine çullanarak onu öldürmeye çalışması zoruna gitmişti. Annesinin bir sopayla ağaca bağlanmış olması-bunu yapanlar üstün insan-hayvanlar olsa bile-canını sıkmıştı zaten. Bu işte bir tuzak, bir esaret kokusu vardı. Gerçi o bu tuzak ve esaret kavramları hakkında henüz bir şey bilmiyordu. Hayatı boyunca özgürce gezmek, koşturmak, canı ne zaman nerede isterse uzanıp yatmak ona kalan bir mirastı ama şimdi burada buna müdahale ediliyordu. Annesinin hareketleri bir sopa mesafesi kadar sınırlanmıştı, aynı sopa mesafesi onun hareket alanını da sınırlıyordu çünkü o daha annesinin yanından hiç uzaklaşmamıştı. Bu durumdan hoşlanmamıştı. İnsan-hayvanların yola çıkmaları da hiç hoşuna gitmemişti çünkü küçük bir insan-hayvan sopanın ucundan tutarak Kiche’yi peşine takıp götürmeye başlamıştı. Beyaz Diş de adım atmak üzere olduğu bu yeni macerasına doğru büyük bir endişe ve can sıkıntısıyla yola koyuldu. Irmağın içinde yer aldığı vadi boyunca Beyaz Diş’in hiç aklının alamayacağı kadar uzaklara gittiler, ırmağın Mackenzie Nehri’ne döküldüğü yer olan vadinin sonuna ulaştılar. Burada kanolar yüksekçe kütüklere bağlanmış ve balıkların ipe dizilmiş olduğu bu yerde kamp kuruldu; Beyaz Diş olan biteni merakla izliyordu. İnsan-hayvanların üstünlüğü her an daha da belirginleşiyordu. Bunca keskin dişli köpeğe hâkim olmaları tam bir kudret göstergesiydi. Ama yavru kurt için daha da önemlisi, cansız şeyler üzerindeki egemenlikleriydi; bununla dünyanın görünüşünü değiştirme kapasitesine sahiptiler. Onu en çok etkileyen bu sonuncu özellik olmuştu. Gözleri direkler üzerinde yükselen çatılara takıldı; gerçi bu, sopaları ve taşları çok uzaklara fırlatabilen yaratıkların işi olduğu göz önüne alınırsa, o kadar da hatırı sayılır bir şey değildi. Direklerden yapılan çatılar, örtüler ve postlarla kaplanıp Kızılderili çadırlarına dönüşünce Beyaz Diş hayrete düşmüştü. Özellikle Kızılderili çadırlarının çok iri olmalarından etkilenmişti. Her yanında birer ikişer çadırlar bitivermişti, tıpkı hızla büyüyen bir tür yaratık gibi. Görüş alanının nerdeyse tamamını kaplamışlardı. Bunlar korkutuyordu onu. Uğursuz bir şekilde göklere doğru uzanıyorlardı; rüzgâr çadırları sallayınca olduğu yerde sindi, gözlerini onlara dikip, üzerlerine doğru gelmeleri hâlinde kaçmaya hazır beklemeye başladı. Ama çadırlardan duyduğu korkuyu kısa zamanda üzerinden attı. Kadınlarla çocukların başlarına herhangi bir şey gelmeden çadırlara girip çıktıklarını, köpeklerin de onların peşinden girmeye kalktığını ama bağırışlarla ve fırlatılan taşlarla kovalandıklarını gördü. Bir süre sonra Kiche’nin yanından ayrılarak dikkatli adımlarla en yakın çadırın duvarına yaklaştı. Merakı ve yaşayıp öğrenme ihtiyacı onu yeni tecrübeler edinmek için bir şeyler yapmaya yöneltiyordu. Çadıra giden yol üzerindeki son birkaç adımı ıstırap verici bir ihtiyatla, çok yavaş atmıştı. Gün boyu yaşadıkları olaylar, onu bilinmeyenin en akıl almaz ve beklenmedik şekilde kendini göstermesini beklemeye hazırlamıştı. Sonunda burnu çadır bezine değdi. Durup bekledi. Bir şey olmadı. Sonra insan kokusu sinmiş olan o tuhaf bezi iyice kokladı. Dişlerini bez geçirip hafifçe çekiştirdi. Onun tarafında bir kıpırtı olduysa da, başka bir şey olmadı. Bu kez daha kuvvetlice asıldı. Çok zevkliydi bu iş. Tekrar tekrar daha da sertçe çekiştirdi, bütün çadırı sarsana kadar. O sırada çadırın içinden yükselen Kızılderili bir kadının tiz çığlığı onun dosdoğru Kiche’nin yanına kaçmasına neden oldu. Bundan sonra da bir daha çadırların koca gövdeleri onu korkutmadı. Annesinin yanında bir dakika bile duramadı. Boynundaki sopa yerdeki bir kazığa bağlanmış olduğu için, annesi onun peşinden gidemiyordu. Kendisinden az irice ve yaşı çok az büyük henüz yavru sayılabilecek bir köpek epeyce gösterişli ve düşmanca bir tavırla yanına yaklaştı. Bu yavru köpeğin adı, Beyaz Diş’in daha sonra ona seslenirlerken duyacağı gibi, Lip-lip’ti. Yavru, köpekler arası dövüşlerde deneyim sahibi olan, şimdiden zorbalığa soyunan bir köpek yavrusuydu. Lip-lip de Beyaz Diş’in kendi cinsindendi ve yavru olması nedeniyle de, tehlikeli görünmüyordu. Bu yüzden onu dostça bir yaklaşımla karşılamaya niyetlendi. Ama yabancı bacaklarını gererek yürümeye başlayıp dudaklarını açarak dişlerini gösterince, Beyaz Diş de bacaklarını gererek dişlerini çıkardı. Karşılıklı birbirlerini sınarcasına tüylerini dikip hırlayarak, birbirlerinin çevresinde dönmeye başladılar. Bu böyle birkaç dakika sürdü; Beyaz Diş bunu oyuna benzetmiş, bayağı keyif almaya başlamıştı ki, Lip-lip aniden müthiş bir hızla atılıp dişlerini batırdı ve geri kaçtı. Dişleri vaşağın yaraladığı kemiğe en yakın kısmına henüz iyileşmemiş olan omzuna gelmişti. Beyaz Diş darbenin şaşkınlığı ve yol açtığı acıyla bir çığlık koyuverdi ama o an bir öfke nöbetine kapılarak, Lip-lip’in üzerine çullandı ve dişlerini acımasızca saplamaya başladı. Ama Lip-lip’in ömrü kampta geçmiş ve şimdiye kadar çok sayıda köpekle dövüşmüştü. Keskin dişlerini yeni gelenin bedenine üç kez, dört kez demeden, defalarca geçirdi, ta ki Beyaz Diş utanmayı bir yana bırakıp cıyaklayarak kaçıp annesinin yanına sığınana kadar. Bu, Lip-lip’le yapacakları birçok kavgadan birincisiydi. Çünkü daha baştan düşman olmuşlardı, hatta doğaları gereği düşman doğmuşlardı ve yazgılarında sürekli çatışma vardı. Kiche Beyaz Diş’i yalayarak sakinleştirdi ve onu yanında tutmaya çalıştı. Ama onun merakı o kadar baskın çıkıyordu ki, birkaç dakikaya kalmadan yeni bir maceraya atılmaya hazırdı. İnsan-hayvanlardan birine, diz çökmüş sopalarla ve yere yaydığı kurutulmuş yosunlarla bir şeyler yapan Boz Kunduz’a rastladı. Yaklaşıp onu izlemeye başladı. Boz Kunduz ağzıyla bazı sesler çıkardı, Beyaz Diş dostça bulduğu bu seslere güvenerek biraz daha sokuldu. Kadınlar ve çocuklar Boz Kunduz’a durmadan yeni sopalar ve dallar getiriyorlardı. Önemli bir iş peşinde oldukları belliydi. Beyaz Diş öyle meraklanmıştı ki, Boz Kunduz’un ne kadar dehşet verici bir insan-hayvan olduğunu unutarak, onun dizine değecek kadar yakına sokulmuştu. Birden Boz Kunduz’un ellerinin altındaki sopalarla yosunların arasından bulutumsu tuhaf bir şeyin yükseldiğini gördü. Sonra da sopaların ortasında gökyüzündeki güneşin renginde kıvrılarak dönen canlı bir şey belirdi. Ateş hakkında en ufak bir bilgisi yoktu Beyaz Diş’in. Bebekliğinin ilk günlerinde mağaranın ağzındaki ışık onu nasıl çektiyse, bu ateş de şimdi öyle çekiyordu onu. Boz Kunduz’un kıkırdadığını duydu, bu sesin düşmanca olmadığının farkındaydı. Derken burnu ateşe dokunuverdi, o anda da minik dili alevlere doğru uzanmıştı. Bir an felç olup kaldı. Sopaların ve yosunların arasına gizlenmiş olan bilinmeyen onu acımasızca burnundan yakalamıştı. Şaşkınlık içinde cıyaklayarak, geri fırladı. Sesi duyan Kiche sopanın izin verdiği noktaya kadar sıçradı ama yavrusunun yardımına koşamadığı için şiddetli bir öfkeye sürüklendi. Boz Kunduz ise kahkahalar atıyor, baldırlarına vura vura olanları diğerlerine anlatıyordu. Sonunda bütün kamp kahkahaya boğulmuştu. Bu arada Beyaz Diş arka ayaklarının üzerine oturmuş; insan-hayvanların arasında zavallı ve acınacak bir hâlde durmadan cıyaklıyordu. Hayatında tattığı en büyük acıydı bu. Boz Kunduz’un ellerinin altından çıkan güneş rengindeki o canlı şey hem burnunu kavurmuştu, hem de dilini. Ağlayıp sızlandı uzun süre; her sızlanması insan-hayvanlardan yeni bir kahkaha dalgası yükselmesine neden oluyordu. Burnun acısın dindirmek için dilini kullanmak istediyse de dili de fena yanmıştı, hele ikisinin acısı bir araya gelince acısı iyice arttı; her zamankinden daha büyük bir umutsuzluk ve çaresizlik içinde ağlayıp durdu. Ondan sonra birden bir utanç çöktü üzerine. Kahkahayı ve ne anlama geldiğini iyi biliyordu. Bazı hayvanların kahkahayı nasıl tanıdıkları ve hayvanların kendilerine gülündüğünü nasıl anladıkları bizim için meçhul, ama işte Beyaz Diş de bunu bir şekilde biliyordu. İnsan-hayvanların kendisine gülüyor olmasından utanmıştı. Arkasını dönüp kaçtı oradan ama ateşin verdiği acıdan ötürü değil, daha derinden, ruhundan yaralayan kahkahalardan ötürü. Ve kaçıp, bağlandığı sopanın ucunda çılgına dönmüş bir hâldeki ve kendisine asla gülmeyecek tek yaratık olan Kiche’ye sığındı. Alacakaranlık çöktü, sonra gece geldi, Beyaz Diş annesinin yanında yatıyordu. Dili ve burnu sızlamaya devam ediyordu ama asıl canını sıkan daha büyük bir sorun vardı. Evini özlemişti. İçinde bir boşluk hissediyordu, ırmağın ve yamaçtaki inin sessiz dinginliğine özlem duyuyordu. Burası öyle kalabalıktı ki... Sürekli gürültü yapıp rahatsız eden bir sürü insan, hayvan erkek, kadın ve çocuklar vardı. Bir de köpekler vardı, devamlı boğuşan; patırtı çıkarıp ortalığı velveleye veriyorlardı. Bildiği tek yaşamın huzurlu yalnızlığından eser kalmamıştı. Burada hava canlı çokluğundan ağırlaşmıştı sanki. Sürekli bir şeylerin uğultusu, vızıltısı vardı. Seslerin yoğunluğu durmadan bir azalıp bir çoğalıyor, ses tonu aniden inip yükselip alçalıyordu, bu da Beyaz Diş’in sinirlerini ve duyularını bozuyor, onu gergin ve huzursuz yapıyor, her an bir şey olacakmış gibi bir endişeye sokuyordu. İnsan-hayvanların kamp içinde dolanmalarını, gidip gelmelerini izledi. Beyaz Diş’in önünden geçen insan-hayvanlara bakışı, insanların kendi yarattıkları tanrılara bakışına uzaktan da olsa benziyordu. Onlar üstün yaratıklardı, gerçek tanrılardı. Beyaz Diş’in silik algılayışına göre, tanrılar insanlar için nasıl mucizevî varlıklarsa, insan-hayvanlar da kendisi için öyleydi. Onlar bütün bilinmeyene hükmeden ve olanaksız görünen her şeye kadir olan üstün yaratıklardı; bütün canlıların ve canlı olmayanların mutlak efendileriydi; hareketli şeyleri kendilerine itaat ettiriyor, hareketsiz olanlara hareket veriyor ve yosun ve odunların arasından güneş renginde ve can yakan bir yaşamın doğmasını sağlıyorlardı. Onlar ateş yakanlardı! Onlar tanrıydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BEYAZ DİŞ
Actionkeyifle okuyacaginızı umuyorum... uzatmadan sizi romanla baş baaşa bïrakayım iyi okumalar... (Begeni,yorum ve eleştrilerinizi unutmayın!!!)