Kahvaltı tamamlanıp, kamp malzemelerinin kızağa yüklenmesinin ardından çıtırtıyla yanan ateşi geride bırakan adamlar karanlığın içine dalarak yola koyuldular. Ortalığı bir anda karanlığın ve soğuğun derinliklerinden gelerek birbirine seslenen şiddetli, hüzün yüklü haykırışlar kapladı. Adamlar konuşmayı kesti. Gün, saat dokuzda ışımaya başladı. Günün ortasında gökyüzünün güney tarafında öğlen güneşi ile kuzey dünyası arasında yeryüzünün kendini göstermesine ışık tutan bir pembelik belirdi. Ama bu pembelik çabucak kayboldu. Geriye kalan günün boz renkli ışığı saat üçe kadar devam ettikten sonra, kutup gecesinin kasvetli örtüsü ıssız ve sessiz toprakların üzerine çöktü. Karanlık bastırınca, sağdan soldan, önden arkadan yükselen av sesleri yakınlaşmaya başladı; bir ara bu sesler o kadar yakınlaştı ki, kızağı çeken yorgun köpekler anlık paniklere dönüşen korku nöbetlerine kapılmaya başladı. Bu paniklerden birinin sonrasında, Bill Henry’yle birlikte köpeklerin kayışlarını düzelttikten sonra, şöyle dedi: “Bir yerlerde iyi bir av bulsalar da, peşimizi bırakıp çekip gitse şunlar.” Henry, “Bunlar adamın asabını feci bozuyorlar.” diyerek paylaştı onun duygularını. Bir daha kamp kurana kadar ağızlarını bıçak açmadı. Henry ateşin üzerine çömelmiş, tıslayan fasulye tenceresine buz eklediği sırada, birden köpeklerin bulunduğu taraftan gelen bir darbe sesi ve Bill’in feryadıyla birlikte, bir köpeğin acıyla haykırışını duyarak, dona kaldı. Doğrulduğu sıra görebildiği tek şey karların üzerinde karanlığın içine doğru uzaklaşmakta olan silik bir siluetti. Sonra köpeklerin arasında yarı galip-yarı mağlup bir edayla dikilmiş duran ve bir elinde koca bir sopa, öbür elinde güneşte kurutulmuş bir somon balığının kuyruk tarafından yarı parçasını tutan Bill’i fark etti. “Yarısını kaptı namussuz.” diye açıkladı, “ama sırtına öyle bir sopa yapıştırdım ki, nasıl bağırdığını duydun di’mi?” “Nasıl bir şeydi?” diye sordu Henry. “Göremedim ki. Dört ayağı, koca bir ağzı, tüyleri vardı, tıpkı bir köpeğe benziyordu.” “Evcil bir kurt olmasın, sakın?” “Her ne haltsa, yemek saatinde buraya gelip balıktan payını almak istediğine göre, evcil olsa gerek tabi.” O gece, yemekten sonra uzun kutunun başına oturup da, pipolarını tüttürmeye başladıkları zaman, yanıp sönen gözlerin halkası her zamankinden daha yakınlaşmış gibiydi. “Keşke şunların karşısına bir geyik sürüsü filan çıksa da, başımızdan gitseler, bizi rahat bıraksalar.” diye söylendi Bill. Henry buna pek ihtimal vermiyormuş gibi mırıldandıktan sonra, bir çeyrek saat kadar sessizce oturdular. Henry gözlerini ateşe dikmişti, Bill ise kamp ateşinin hemen ötesinde karanlığın içinde yanıp sönen gözlerin oluşturduğu çembere bakıyordu. “Keşke şu anda tam McGurry Kalesi’nin kapısında olsaydık.” diye başladı gene Bill. Henry birden öfkeyle parladı: “Kes artık şu keşkeleri de, mızmızlanmaları da yahu. Senin miden bozuk, arkadaşım. Canını sıkan bu. Bir soda yuvarlarsan, hiçbir şeyin kalmaz, bana da iyi yol arkadaşlığı yaparsın.” Ertesi sabah Henry, Bill’in savurduğu okkalı küfürlerle uyandı. Dirsekleri üzerine doğrularak baktığında arkadaşının ateşin yanında köpeklerin ortasında dikilmiş, kollarını iki yana açmış, kendini zor tutan bir hâlde gördü. “selam!” diye seslendi. “Yine ne var?” “Bu sefer de Kurbağa gitmiş.” oldu aldığı cevap. “Yok ya!” “Ya.” Battaniyenin altından hızla fırlayan Henry köpeklere doğru seğirtti. Bir bir saydıktan sonra o da, kendilerinden bir köpek daha çalan vahşî dünyanın kudretine sövgüler yağdıran arkadaşına katıldı. “Kurbağa sürünün en güçlüsüydü.” dedi Bill sonunda. “Aptal filan da değildi,” diye ekledi Henry. Bu iki gün içinde bir köpeğin ardından ikinci kez edilen son sözlerdi. Kahvaltı tatsız bir havada bittikten sonra, geri kalan dört köpekle kızak yola hazırlandı. O gün bir öncekinin aynısı oldu. Adamlar donmuş dünyanın üzerinde tek kelime etmeden yol aldılar. Çevrelerini saran sessizlik zaman zaman kendilerini göstermeden peşlerinden gelen takipçilerinin çığlıklarıyla kesiliyordu. Öğleden sonranın ilerleyen saatlerinde gece karanlığının çökmeye başlamasıyla birlikte takipçilerinin yakınlaşması üzerine, sesleri daha yakından duyulmaya başlamıştı; köpeklerin heyecanlanarak korkuya kapılmaları koşumların birbirine dolanmasına neden olan bir paniğe yol açıyor, bu da adamları iyice umutsuzluğa sürüklüyordu. O gece Bill işini bitirdikten sonra kendinden memnun bir ifadeyle ayağa dikilerek, “İşte şimdi bu sizin hakkınızdan gelecektir; sizi aptal yaratıklar sizi.” diye söylendi. Henry yemek pişirmeyi bırakarak, arkadaşının ne yaptığına bakmaya gitti. Bill köpekleri bağladıktan sonra, onları bir de Kızılderililer gibi sopayla tutturmuştu. Her köpeğin boynuna deri bir kayış geçirmişti. Boyunlarında çok sıkı duran bu kayışa da diş geçirmesi olanaksız olan dört-beş adım uzunluğunda bir sopa takmıştı. Sopanın öteki ucunu da yine bir deri kayışla yere çaktığı bir kazığa sıkıca bağlamıştı. Köpeklerin sopanın boyunlarına yakın olan kısmını dişlemeleri olanaksızdı. Üstelik bu sopa, öbür uçtaki deri kayışa ulaşmalarına da izin vermiyordu. Henry gördüklerini onaylayan bir ifadeyle başını salladı. “Tek Kulak’ın kaçmamasını sağlayacak tek şey bu.” dedi. “Biliyorsun, o bir deri kayışı bıçak gibi kesip atar, hem de saniyesinde. Hiç korkma, sabaha hepsi burada olacaklar.” “Buna ben de kalıbımı basarım.” diye doğruladı Bill. “Eğer biri bile kaçarsa, sabah kahvesi içmeyeceğim.” Yatma faslına geçtiklerinde, etraflarını sarmış olan kordan çemberi gösteren Henry, “Onları haklayacak cephanemizin olmadığını nasıl da anlıyorlar. Eğer üzerlerine bir iki kurşun sıkabilseydik, çok daha saygılı olurlardı karşımızda. Her gece daha da dibimize giriyorlar. Gözlerini ateşten uzaklaştır da biraz, şuraya dikkatli bak. Şunu gördün mü?” İki arkadaş bir süre ateşin az ötesindeki bulanık şekillerin hareketlerini izleyerek oyalandılar. Karanlığın içinde bir çift gözün yanıp söndüğü noktaya dikkatlerini yoğunlaştırarak bakınca, hayvanın silueti ağır ağır şekil alıyordu. Bu siluetlerin zaman zaman hareket ettiğini gördükleri bile oluyordu. Birden köpeklerin bulunduğu yerden gelen bir ses adamların dikkatini çekti. Tek Kulak karanlığın içinde sopa boyunca ileri geri dönüp durarak boynundaki kayışa doğru hızla atılıyor, bir yandan da kendisini tutan sopayı şiddetle dişlemeye uğraşıyordu. “Şuna bak Bill!” diye fısıldadı Henry. O sırada tam ateşin aydınlığında gördükleri şey, köpeğe benzeyen bir hayvanın yan yan ilerleyerek, sessizce sürüye doğru kaymakta oluşuydu. Bir yandan adamları kollarken, yarı ürkek yarı cesur adımlarla gözlerini köpeklere dikmiş bir hâlde ilerliyordu. Tek Kulak bağlı olduğu sopayı tüm gücüyle zorlayarak, büyük bir hevesle gelen yabancıya doğru uzanmaya çabaladı. “Şu aptal Tek Kulak’a bir baksana, pek de korkmuş görünmüyor, ha?” dedi Bill alçak sesle. Henry fısıltıyla yanıtladı “Bir dişi kurt o. İşte Şişko’yla Kurbağa’nın neden yok olduğunu da bu açıklıyor. Sürü için bir yem o. Köpeği diğerlerinin arasından çekip götürüyor, ondan sonra da canavarlar sürüsü üzerine çullanıp işini bitiriveriyor.” Birden ateş çıtırdadı. Yanan bir dal parçası yüksek bir gürültü çıkararak düştü. Bu sesten ürken tuhaf hayvan geri sıçrayarak karanlığın içinde kayboldu. “Henry, bana öyle geliyor ki…” diye söze başladı Bill. “Ne öyle geliyor?” “Bana öyle geliyor ki, kafasına sopayı indirdiğim hayvan buydu.” “Buna hiç şüphen olmasın.” diye cevapladı arkadaşını Henry. Bill devam etti: “Tam burada söylemem gereken bir şey daha var. Bu hayvanın kamp ateşleriyle olan bu aşinalığı hem kuşku verici, hem de hiç olmayacak bir şey.” “Bu konuda kendini bilen bir kurttan çok daha fazlasını bildiği su götürmez.” diyerek katıldı ona Henry. “Köpeklerin yemek saatini bilip de gelen bir kurdun acayip tecrübeye sahip olması gerek.” “Yaşlı Villan’ın bir köpeği vardı hani, kaçıp kurtların arasına karışmıştı.” diye yüksek sesle düşünmeye başladı Bill. “Bilmem gerekirdi. Little Stick civarında geyik otlaklarında bir sürünün içindeyken vurmuştum onu. Yaşlı Villan nasıl da bebek gibi ağlamıştı. Üç yıldır görmüyordum, demişti. Meğer bunca zamandır kurtların arasındaymış.” “Galiba dediğin doğru Bill. Bu kurt aslında bir köpek. İnsanların elinden çok balık yediği belli.” “Ah onu bir elime geçirirsem, aslında köpek olan bu kurt kendisi yemek olacak.” diye gürledi Bill. “Köpek kaybedecek hâlimiz kalmadı, artık.” “Ama topu topu üç fişeğin var, Bill.” diye itiraz etti Henry. Bill’in yanıtı “Onun için en uygun zamanı kollayacağım, ben de.” oldu. Sabahleyin Henry ateşi canlandırdıktan sonra, yol arkadaşının horultuları arasında kahvaltıyı hazırlamaya koyuldu. Hazırlıklarını bitirtip de kahvaltıya çağırmak için yanına gidince, “Öyle güzel uyuyordun ki, kaldırmaya kıyamadım bir türlü.” dedi. Bill uykulu uykulu oturdu yemeğe. Önündeki kupanın boş olduğunu görünce, cezveye doğru uzandı. Ama cezve yetişemeyeceği kadar uzakta, Henry’nin yanındaydı. Yumuşak bir sesle, “Hey Henry,” diye seslendi, “bir şey unutmamış mısın?” Henry umursamaz bir ifadeyle bakıp, hayır anlamında başını salladı. Boş kupa Bill’in elinde duruyordu. “Sana kahve yok.” diye karşılık verdi Henry. Bill endişeli bir şekilde, “Bitti mi yoksa?” diye sordu. “Yoo.” “Mideme dokunur diye mi vermek istemiyorsun?” “Yoo.” Birden Bill’in yüzü öfkeden kıpkırmızı kesildi. “Öyleyse senden derhâl mantıklı bir açıklama bekliyorum.” dedi. Henry’nin cevabı “Çoban gitmiş.” oldu. Bill kötü kaderine razı olmuş bir havada, hiç telaş etmeden başını çevirerek, köpekleri saydı. “Bu nasıl olmuş ki?” diye sordu istifini bozmadan. Henry omuz silkerek, “Ne bileyim. Olsa olsa Tek Kulak dişlemiştir onun kayışını. Kendisini yapmış olması imkânsız.” “Namussuz hayvan.” diye söylendi Bill ağır ağır büyük bir ciddiyetle; sesinde, içinde kabaran öfkeden eser yoktu. Kendi kayışını kemiremediği için Çoban’ınkini kemirip koparmış.” “Neyse, Çoban’ın dertleri sona ermiştir artık; şimdiye kadar çoktan yirmi ayrı kurdun midesinde sindirilmiş vaziyette dolaşıp duruyordur herhâlde.” Bunlar Henry’nin kaybettikleri bu son köpek hakkındaki son sözleri oldu. “Biraz kahve alır mısın, Bill?” Bill hayır anlamında başını salladı. “Hadii,” diye üsteledi Henry, cezveyi kaldırarak. Bill kupasını kenara itti. “İçersem ne olayım. Eğer bir köpek eksik çıkarsa, içmeyeceğim demiştim.” “Kahve ne kadar da güzel olmuş.” diye ayartmaya çalıştı onu Henry. Ama Bill’in dediği dedikti; oynadığı oyundan ötürü Tek Kulak’a lanetler yağdırarak, kahvaltısını kuru kuru tamamladı. Köpeklerin kızak için dizildiği sırada, “Bu gece onları birbirinden uzağa bağlayacağım.” diye konuştu. Daha yüz metre kadar yol gitmişlerdi ki, Önde giden Henry kar ayakkabılarına takılan bir şeyi almak üzere yere eğildi. Karanlık olduğu için seçemiyordu ama eliyle anladı ne olduğunu. Arkaya doğru fırlattığı şey kızağa çarpıp Bill’in kar ayakkabılarına takılana kadar sürüklendi. “Sana işinde lâzım olabilir.” diye lâf attı Henry. Bill bir hayret nidası koyuverdi. Önünde duran şey Çoban’dan kalan son parçaydı: bağlı olduğu sopa. “Onu yalayıp yutmuşlar.” diye açıkladı Bill. “Sopa tertemiz olmuş. Her iki baştaki deri parçalarını bile yemişler. Demek felaket aç bunlar Henry ve korkarım yolculuk sona etmeden bizim de işimizi bitirecekler.” Henry, kafa tutarcasına güldü. “Hayatımda kurtların bu şekilde peşime düştüğü hiç olmamıştı ama daha berbat durumlarla karşılaştığım çok oldu ve gördüğün gibi yine de sağlığım yerinde. Bill, evlâdım, bizim canımıza okumak için bu bir avuç baş belası yaratıktan fazlası gerek.” “Bilemiyorum, bilemiyorum...” diye kendi kendine endişeyle mırıldanıyordu Bill. “Eh o zaman, McGurry Kalesi’ne adımını attığında öğrenirsin sen de.” “Kendimi buna pek hevesli görmüyorum artık.” diye ısrar etti Bill. “Senin benzin atmış, asıl derdin bu senin.” diye geçiştirdi Henry. “Sana lâzım olan şey kinin, McGurry’e vardığımızda hemen bir paket ayarlayıvereyim sana.” Bill bu teşhise katılmadığını homurdanarak belli etti ve ardından sessizliğe gömüldü. Bu gün de bütün diğer günler gibiydi. Hava saat dokuzda aydınlandı. On ikide güney ufku kendini göstermeyen güneşin ışıklarıyla pembeleşti ve arkasından üç saat sonra gece karanlığına karışacak olan öğle sonrasının soğuk griliği başladı. Güneşin kendini göstermek için yaptığı son başarısız denemeden sonra, kızağın alt tarafındaki tüfeği çıkarıp eline alan Bill arkadaşına seslendi: “Sen devam et Henry, ben şunlara bir bakayım, ne var ne yok.” “Kızağın yanından ayrılmasan iyi edersin.” diye karşı çıktı bu fikre Henry. “Topu topu üç fişeğin var, orada neyle karşılaşacağın belli olmaz.” “Şimdi kimmiş sızlanan, bakalım?” diye zafer kazanmış gibi bir havayla konuştu Bill. “Henry buna cevap vermedi; arada bir geriye, arkadaşının gözden kaybolduğu gri ıssızlığa endişeli bakışlar atarak yoluna tek başına devam etti. Bir saat geçmemişti ki, kızağın dolandığı dönemeçleri kestirmeden alan Bill ona yetişti. “Oldukça kalabalık ve geniş bir alana yayılmış hâlde ilerliyorlar.” diye anlatmaya başladı. “Bizi takip ederken, yol üstünde av da arıyorlar. Biz onlar için çantada kekliğiz, sadece biraz bekleyecekler, o kadar. Bu arada elerine geçirdikleri yenebilecek ne varsa kapma derdindeler.” Henry, “Yani sen şimdi onların bizi çantada keklik sandığını mı söylüyorsun?” diyerek itiraz etti arkadaşının sözlerine. Ama Bill onu duymazdan geldi. “Bazılarını görsen. Öyle sıskalar ki. Sanırsın haftalardır ağızlarına bir lokma koymamışlar, tabi bizim Şişko, Kurbağa ve Çoban’ın dışında. Onlar da dişlerini kovuğuna bile gitmemiştir herhâlde. Acayip zayıflar ya. Kaburgaları sayılıyor, mideleri sırtlarına yapışmış sanki. Son derece çaresiz bir hâldeler, sana söyleyeyim. Böyle giderse, kafayı yerler bunlar, gör bak.” Birkaç dakika sonra şimdi kızağın arkasından yürümekte olan Henry hafif bir uyarı ıslığı çaldı. Bill geri dönüp baktı, ardından köpekleri yavaşça durdurdu. Kalın postlu bir hayvan geçtikleri son dönemeci sessizce dolanmış, geldikleri yolun üzerinde sinsice peşlerinden geliyordu. Bir yandan yerdeki izleri kokluyor, öte yandan kendine has seri adımlarla kayar gibi ilerliyordu. Adamların durduğunu görünce, o da durdu; kafasını dikerek onları dikkatle süzerken, bir yanda da havayı kokluyordu. “Bu o dişi kurt.” dedi Bill. Köpekler karın üzerine uzandılar; önden giden Bill de köpeklerin yanında dolanıp, arkaya kızağın yanındaki arkadaşının yanına geldi. Birlikte günlerdir peşlerini bırakmayan ve koca köpek sürüsünün yarısını yok etmeyi başaran bu tuhaf hayvanı izlemeye koyuldular. Hayvan sağını solunu bir süre inceledikten sonra, öne doğru birkaç adım ilerledi. Bunu arka arkaya birkaç kez tekrarlayarak, yaklaşık yüz metre kadar bir mesafeye geldi. Sonra bir çam ağacı kümesinin yanında başını yukarıya dikerek, durdu ve kendisine bakan adamları incelemeye koyuldu. Onlara bir köpek gibi tuhaf bir arzuyla gözünü dikmiş bakıyordu ama bu arzulu hâlinde köpekçe bir sevgi gösterisine benzer bir yan yoktu. Daha çok, kendi dişleri kadar gaddar ve dondurucu soğuk kadar acımasız görünen açlıktan kaynaklanan bir gözü dönmüşlüğün ifadesi olan bir arzuydu bu. Bir kurda göre oldukça iriydi, o çelimsiz hâlinde bile iskelet yapısı kendi cinsinin en yapılılarından biri olduğunu gösteriyordu. “Omuz boyu en az bir metre var.” diye yorumladı Henry. “Bahse girerim, uzunluğu da bir buçuk metrenin üzerindedir.” “Rengi de bir kurda göre bir hayli farklı.” oldu Bill’in değerlendirmesi. “Daha önce hiç kızıl bir kurt görmemiştim. Neredeyse tarçın rengi gibi.” Aslında hayvanın rengi hiç de tarçın filan değildi. Tüyleri tam kurt tüyüydü. Hâkim renk griydi ve gene de gri üzerinde soluk kızıla çalan bir renk tonu var gibiydi; bu, bir göz yanılsaması gibi, bir görünüp bir kaybolan, bir gri olup bir koyu griye dönen, arada bir belli belirsiz bir kızıllık saçan, sıradan bir kalıba sokulamayacak bir tondu. “Büyük bir haski kızak köpeğine ne kadar da benziyor.” dedi Bill. “Şimdi kuyruğunu sallamaya başlasa hiç şaşırmam.” “Hey haski, merhaba!” diye seslendi. “Buraya gel, adın her neyse.” “Senden hiç korktuğu yok.” diyerek bir kahkaha koyuverdi Henry. Bunun üzerine Bill elini tehdit edercesine sallayarak, yüksek bir sesle bağırdı ama hayvanın aldırdığı yoktu. Gözlenen tek değişiklik, gerginliğinin artmasıydı. Onlara hâlâ açlıktan kaynaklanan arzusunun acımasızlığıyla bakıyordu. Karşısındakiler etti, o da açtı; cesaret edebilse, yapacağı şey gidip onları oracıkta yemekti. “Henry, baksana ne diyeceğim,” diye aklından geçenler yüzünden gayri ihtiyari sesini alçaltarak atıldı Bill. “Üç fişeğimiz var, di’mi? Bu kolay bir atış olacak. İmkânı yok ıskalamam. O bizim üç köpeğimizi kaçırdı, buna bir son vermenin zamanı geldi artık. Ne dersin?” Henry başıyla onayladı. Bill kızağın alt tarafından tüfeği dikkatle çıkardı. Ama omzuna yerleştirmeye fırsat bulamadı. Çünkü daha dişi kurdun tüfeği görmesiyle, yolun üzerinden geri sıçrayarak, çam ağaçlarının arasına dalıp, gözden kaybolması bir olmuştu. İki adam birbirlerine bakakaldılar. Henry kurdu takdir ettiğini gösteren uzun bir ıslık koyuverdi. Bill silâhı yerine koyarken, “Tahmin etmeliydim.” diye yüksek sesle söylendi. “Beslenme saatinde köpeklerin arasına karışmasını bilen bir kurt, tüfeği de tanır herhâlde. Sana bir şey söyleyeyim mi, Henry, başımıza gelen bu belaların tek nedeni bu lanet olası yaratık. O olmasaydı, şimdi üç değil, altı köpeğimiz olacaktı elimizde. Ve sana şunu da söyleyeyim, Henry, şimdi gidip onu haklayacağım ben. Madem o açık alanda kurşun yemeyecek kadar akıllı. Öyleyse, ben de ona pusu kurarım. Onu haklayacağımdan, adım kadar eminim.” Ortağı onu, “Aman, sakın fazla uzaklaşayım deme, ha!” diye uyardı. “Sürü üzerine çullanmaya kalkarsa, o üç fişeğin, cehenneme giderken atılan üç çığlıktan başka bir anlamı kalmaz. Bu lanet hayvanlar müthiş açlar ve üzerine gelirlerse seni mutlaka haklarlar, Bill.” O gece kampı erkenden kurdular. Üç köpek kızağı altı köpek kadar uzun süre çekemiyordu ve çarçabuk yoruluveriyordu. Bill köpekleri birbirlerinin dişlerinden uzak duracak şekilde bağladıktan sonra, adamlar erkenden yattılar. Gel gelelim, kurtların cesareti giderek artıyor, adamlar sık sık uyanmak durumunda kalıyorlardı. Kurtlar o kadar yakına sokulmuşlardı ki, köpekler korku ve dehşetten çılgına dönüyorlar ve bu maceracı haydutları güvenli bir uzaklıkta tutmak için ikide bir ateşi canlandırmak gerekiyordu. Ateşi bir kez daha alevlendiren Bill battaniyenin altına girerken, “Aklıma, denizcilerin gemilerin peşine takılan köpekbalıklarından söz ettikleri geliyor.” dedi. “İşte bu kurtlar da tıpkı karadaki köpekbalıkları gibi. Onlar işlerini bizden iyi biliyorlar, hem bu kadar yolu da antrenman olsun diye geliyor değiller ya. Bizi haklayacak bunlar. Bunlar bizi muhakkak haklayacak, Henry.” “Böyle konuştuğuna göre, aslında seni yarı yarıya haklamış sayılırlar zaten.” diye çıkıştı Henry. “Bir adam ben kaybedeceğim derse, baştan yarı yarıya kaybetmiş olur zaten. Meseleye yaklaşma şekline bakılırsa, bunlar senin yarını yemişler bile.” Bill’in yanıtı geldi: “Onlar senden de benden de iyilerini haklamışlardır, Henry.” “Of, kes şu mızıldanmayı artık. İyice bezdirdin beni.” Henry öfkeyle arkasını döndü ama Bill’in hiç kızgınlık belirtisi göstermemesi şaşırtmıştı onu. Bill böyle yapmazdı hiç, sert sözlere hemen sinirlenir, anında tepki verirdi. Henry uykuya dalmadan önce bunu uzun uzun düşündü; göz kapakları düşüp, horlamaya başlayıncaya kadar aklından geçen son şey şu oldu: “Bill’in moralinin çok bozulduğu belli. Yarın onu neşelendirmem gerek.”
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BEYAZ DİŞ
Actionkeyifle okuyacaginızı umuyorum... uzatmadan sizi romanla baş baaşa bïrakayım iyi okumalar... (Begeni,yorum ve eleştrilerinizi unutmayın!!!)