KM●11⏳

273 139 19
                                    


Düzenlendi.

Sadece korkaklar ama korkmadıklarını sanıyorlar.

  Kitabın sayfalarını karıştırırken otobüs sarsılarak durdu. İçerideki insanların birçoğu ağzını bütün yüzünü, sadece gözleri açık kalacak şekilde kapatmıştı. Sıcaktan kavruluyordum. Anlatılamayacak kadar, insanı tüketen sıcak ter boşalması yaşatıyor ve kızgın alevler gibi boğuyordu. Daraldığımı hissedip arkama yaslandığımda otobüs tekrardan harekete geçti. Savaş, hemen yanımdaydı. Ona dönüp üzgün bir bakış attığımda bakışlarıma aynı şekilde karşılık verdi. Kitabın kapağını kapatıp dizlerimin üzerine bıraktım.

Arabanın zihnimde yankılanan güçlü motoru ve boğuk havası yolculuğu katlanılmaz yapıyordu. Yaklaşık üç saat içinde yeni adıyla Kahire(Ölüler Şehri)'deydik. Araba tekrardan durduğun da diğer insanlarla birlikte araçtan indik. Dışarısı içeriden daha fenaydı. Adeta insanın beynini eritiyordu.

Tekrardan evime dönmek ve klimamın serin havası altında; eskiz defterimi elime alıp yazı yazmak için sabırsızlanıyordum.

Isınan kumdan daha güçlü bir sıcaklık yükseliyor ve ayakkabılarımın tabanını delip bütün bedenime yayılıyordu. Durduğumuz yer düz bir çölü andırıyordu ama sanırım buna alışmalıydım. Susuzluktan ölmezsem tabii...

Altıma bir kot şort geçirmiş ve üzerinede göbeğimi açıkta bırakan asker yeşili askılı giymiştim. Saçlarımı ise sıcaktan pişeceğimi tahmin ettiğim için topuz yapmıştım.
Gayet iyi görünüyordum. Beynimin yanması dışında... Sırt çantamın askılarını sıkıca tutup Savaş'a döndüm.

Kitabı o tutuyordu.

Otobüs şoförü gaza yüklendi ve araç yanımızdan sekerek, aksıra tıksıra ayrıldı.

"Nereden başlıyoruz?" dediğimde üst dudağımı emdim. Dudaklarım susuzluktan çatladı. Bu şekilde devam ederse şuracıkta iki seksen uzanabilirdim. "Amma sıcak be!"

"Piramit, buradan iki kilometre uzakta kalıyor. Yürümekten başka şansımız yok."

"İki kilometre mi?" Ağzım iki metre açıldığında ona inanamıyormuş gözlerle baktım."Pekâlâ, sanırım yapabilirim." Omuz silkip önüme döndüm. "Hızlı yürürsek varırız. Saat kaç?"

"11.00. Acele etmeliyiz, Laçin. Güneş daha da kızgınlaşacak."

"Sorun yapma, başaracağımıza eminim."

"Senin şu kendinden emin hallerin yok mu?" dedi alayla. "Bayılıyorum valla."

"Ben de." Ne söylediğimi idrak ettiğim de gözlerim irileşti. Toparlamaya çalıştım ama nafileydi. "Yani kendime bayılmıyorum. Bir anlık dalgınlıkla çıktı ağzımdan." Savaş'a göz ucuyla dönüp sırıttım. "Hava ne güzel, değil mi? Tam kıvamında pişiyoruz."

"Çok tatlısın."

Yeri kasıp kavurup güneşin altında yürürken etrafı inceledim. Az önce bizimle beraber araçtan inen adamlar toz olmuştu. Sadece Savaş ve ben vardık. Her adımımızda rüzgârdan dolayı iri kum taneleri gözlerimize doluşuyor ve görüş açımızı daraltıyordu. Ara sıra bacaklarım alev topuna dönmüş kuma gömülüyor ve derimi yakıyordu. Tahammül edilmesi, gerçekten, çok zordu. Çöl, uzay boşluğu gibi uzayıp gidiyordu. Hiç bitmeyecek bir yolculuk gibiydi.

Kaktüs bile yoktu.

Adımlarımız kumun üzerinde izler bırakıyordu ama küçük bir kum fırtınası bile o izleri yok edebilirdi. Bir de bazı bölgelerde küçük kum kaymaları oluyordu. Kum bir bataklık gibi seni içine çekiyor ve nefesini kesiyordu. İçlerinde en kötüsü buydu.

KUMLARIN MUHAFIZI (Mumya Serisi)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin