Geçmiş, asla geçmez.
Kabuk bağlayan yaralar iyileşmez.
Sen hâlâ aynı kalırsın,
Düşlerinin ağırlığıyla eskiye bağlısın.Kimilerine göre müzik ruhun gıdasıdır. Mücadelerle dolu yaşamının vazgeçilmez bir parçasıdır. Mazinin bıraktığı derin izleri kapatacak olandır. Senin kabuk bağlamayan yaralarını sarar, kötülüklerden koruyup kollar. Dinlediğinde mutlu olacağını bilir, seni iyi hissettirir. Adım adım yükseklere çıkartır, en iyi anlarını yaşatır. Seni kendinden kopamayacak hale getirtir, gitgide ona mahkum oluşunu izletmekle yetinir. Sen hâlâ onun iyi tarafını görürsün, senden sakındığı yönünü hiç fark etmeden büyürsün. Hep güzel duyguları anlatacağını söyler, bunun için yemin dahi eder. Ancak çoğu, hayatın mükemmel tarafını anlatmaz, seni göklere ulaştıracak kadar zirveyi yaşatmaz. Sevinçli zamanların kapında beklediğini haykırmaz, yaşamın saydam penceresinden baktırmaz. Notalarla oluşturulan melodi yığını böyledir işte, duyguların üstüne oynamaktan çekinmeyen korkak bir acizden başkası değildir.
Müzikten nefret ediyordum. Şarkı söylemeyi sevmiyordum. Ezgilerin tınısından hoşlanmıyordum. Birinin bir sözcüğü mırıldanmasına dahi katlanamıyordum. Ne zaman bir şarkı duysam aklıma o günü getirmekten, sonrasında olanları düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. Herkesin unutamadığı bir gün, bir ay, bir yıl veya bir an vardı. Çizik atamaz, orayı çarpılayarak kolayca üzerinden geçemezdiniz. Bir an. Kendinizi uykunun kollarına bırakmadan önce o saf duyguların eşliğinde hayatın ne getireceğini bilemezdiniz. On yaşım.
Dolan gözlerime aldırmadan aklımdaki düşünceleri bir insanı kovarmış gibi savuşturarak ensemi öpen ılık havanın o huzur verici kokusunu solurken giydiğim beyaz spor ayakkabılarımla yürümeye devam ettim. Tepemde yer alan Güneş etkisini göstermekten kaçınmazken yazın yavaş yavaş gelmeye başladığını hatırlatmaktan geri kalmıyordu. Yazdan da nefret ediyordum, tıpkı müzik gibi. O günü hatırlatan her şeyden nefret ediyordum, maziyi istediğim gibi anılarımdan söküp atamıyordum.
Derin bir nefes alarak girişin önüne geldiğimde duraksadım. Ne geri gidebiliyor, ne de ileriye adımlayabiliyordum. İnsan kalabalığının gürültüsü kulaklarıma dolmaya çalışırken ben sanki bütün seslere sağır olmuş gibiydim. Daha önce hiç rast gelmediğim farklı yüzlere tanıklık ediyor, yanımdan geçip gitmelerini seyrediyordum öylece. Ve bugünün önemini vurguluyordu zihnim, oysaki şimdi nasıl davranacağından bihaberdi benliğim.
Bugün günlerden 26 Nisan'dı. Her şeyin başlayacağı, geriye dönüşün olmayacağı, belki kimsenin aynı kalmayacağı bir tarihti. Seçmelerin yapılacağı, kaderin cilvesinden kaçamayacağım, kendi alın yazıma rıza geleceğim gündü. Tanrı'nın benim için çoktan karar verdiği o gündü. Ne demem gerekirdi? Evet, bugün senin günün, elinden geleni ardına koyma! Onlara neler yapabileceğini göster Chaeyoung! Veya ne hissetmeliydim? Hüzün, sevinç, korku, heyecan, endişe, şaşkınlık? Aksine hiçbiri yoktu bunların. Yüreğimden kopan bir hiçlik vardı sadece. Koca bir hiçlik. Bu da şuan kendimi bulamayacak kadar kaybolmamamı, iplerin hâlâ elimde olmasını sağlıyordu.
Namjoon ile görüşmemizin üzerinden üç, onunla amansız karşılaşmamızın ardından altı gün geçmişti. Pazartesi son çalışmaları yapmış, bazı eksik noktaları belirleyip düzelterek birkaç haftadır uğraş verdiğimiz işi nihayet sonlandırmıştık. Artık hazır olduğumu, hiçbir eksik noktamın kalmadığını, herkesi rap elemelerini geçecek kadar büyüleyeceğimi söylemişti. Sonuçtan memnun kalacağımızı da konuşmasına sonradan eklemişti ayrıca, sanki geleceği görüyormuş gibi konuşuyordu. Ben de ona teşekkür ederek yanından ayrılmış, seçmelerin hazırlığı nedeniyle öğrencilerine ders anlamında bir hafta kapalı olan okulum sayesinde üç gün dinlenmiş, bir nevi evde kendimle iç savaş vermiştim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
one of these nights • rosékook
أدب الهواةve o gökyüzünün parlak yıldızları altında insanları büyüleyen sesin piyanonun başında söylediği son cümle küçücük kız çocuğunun uykuya dalmadan önce mırıldandığı söz ile aynı oldu. "bu gecelerden birinde yeniden buluşalım." - jungkook×rosé fanfict...