Andronikos gökyüzünden bir umut beklercesine başını yukarı kaldırmıştı. Tek bir bulut bile yoktu. Günlerdi süren yağmurlardan sonra yalancı bir bahar havası vardı. Ekim ayının ilk günleri için bu beklenilmeyecek bir durumdu. Gündüzleri bulutlar nasıl güneşi saklayamıyor ise bu gece vaktinde de yıldızları ve ayı saklayamıyordu. Her şeyi görebilecek kadar açık bir gökyüzü Anastasia'nın nerede olduğunu söylemiyordu. Yıldızların arasından biri çakılı olduğu yerden düşene kadar da Andronikos söylenenleri duymamaya devam etti. Sonrasında ise gideceği yeri yıldızlar ona söylemiş gibi herkesi ardında bırakarak atıyla dörtnala koşturmaya başladı.
Manastıra çıkan dik yolda yavaş ve kararlı bir şekilde ilerlerken karanlıkta dönmesi gereken patikayı buldu. Aklına gelen yerin bir harabeden farkı yoktu ama kimsenin aklına gelmesi mümkün olmayan tek yer orasıydı. Bu adada saklanılabilecek yegâne yerdi. Hala adada ama hiçbir yerde iseler olabilecekleri tek yerin orası olacağından şüphesi yoktu. Ya da öyle olmasını istiyordu. Onun nerede olduğunu daha fazla bilmemeye dayanamazdı. Kendine bir çözüm bulması, onu hemen bulup görmesi gerekiyordu.
Andronikos harabeye yaklaştığında atından inip neredeyse yıkılacak binaya baktı. Bu evin içinde olmaları hiç güvenli değildi. Çocukken onlar için bir eğlence alanı olabilirdi ama o zamanlar bile buranın ne kadar güvensiz olduğunu hepsi biliyordu. Annesinin burada oyun oynadıklarını öğrenmesinden sonra bir daha asla gelmemişler, burada oynamayı akıllarından bile geçirmemişlerdi. Fakat hala birilerinin burada oyun oynamaya kalkıştığı belli oluyordu. Her çocuk izbe yerlerde korkunç oyunlar oynamayı severdi. Bu yazısız bir gelenek bile olsa bir yaştan sonra burada olmak normal değildi. Üstelik yanında zorla getirdiğin biri ile burada olmak... Gerisini düşünmedi. Öfkesi onu tamamen ele geçirmeden Anastasia'yı bulmaya odaklanması hem kendisi hem onun için önemliydi.
Yıkılmak üzere olan binaya yaklaştığında birinin yüksek sesle konuştuğunu duydu. İçeriden gelen sesin o adama ait olabileceği bir gerçekti. Binanın etrafında içeriyi görebilecek bir yer aradı. Neredeyse tüm binanın etrafında dolaştıktan sonra eskiden pencere şimdi ise kapı işlevi dahi görebilecek bir büyüklüğe ulaşan açıklığın kenarından içeriye baktı. İlk gördüğü şey elleri ve ağzı bağlı olan Anastasia'ydı. Adamın anlaşılmaz sesini duyduktan sonra kızın yüzünde bir tokat vurduğunu gördü. Bu izlediği sahne Andronikos için dayanılamaz bir manzaradan öte bir dehşet anının görüntüsüydü. Ne yaptığını düşünmeden açıklıktan içeri girdi. Tahtaların çıkardığı sesle hem adam hem esiri onun geldiği tarafa baktı.
"Kimsin sen?" Theo için bir felakete dönmekte olan gün karşısına bir anda çıkan adamla daha da katlanılmaz hale gelmişti. Anastasia'nın onu, aşkını kabul etmemesinden yorulmasının yanında tüm gün onun canını yakmak zorunda kalmış olmanın acısını kalbinde yaşıyordu. Onun canını yakmak isteyecek son insan bile değilken geldikleri, onun itirazlarıyla getirdiği bu nokta onu yapmak istemediği şeyleri teker teker yapar hale getirmişti. Geri dönülmez bir noktadaydı. Aralarındaki uçurum giderek daha da büyüyor, ona ulaşmasını imkânsız hale getiriyordu. Anna ile arasını düzeltmek için uğraşmasız gerekirken günün sonunda ansızın karşısına çıkan, bir yerlerden anımsadığı bu adamdan bir şekilde kurtulmak zorundaydı.
"Ağabeyimin yanında pek dikkat çekmediğim, geride kalmayı seçtiğim doğru ama senin benim kim olduğumu bilmen lazımdı." Andronikos bir adım daha yaklaştığında gaz lambasını yüzünü biraz daha aydınlattı ve Theo karanlıkta seçmekte zorlandığı yüzü daha rahat gördü. Onu anımsamaktan fazlasına sahipti ama bunu dile getirmek ile uğraşmayacaktı. Bir an önce ondan kurtulması gerekiyordu. Anastasia'ya atmış olduğu tokattan pişmandı. Yaptığı şey yüzünden özür dilemesi gerekiyordu. Daha sonra ise onu aşkına inandırmalıydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ORİENT PALAS
Historical FictionBaşka bir ihtimalin hikayesi... İstanbul'un Fethi esnasında Bizans İmparatoru ölmeseydi ve Fatih Sultan Mehmet onu ve tüm ailesini Prinkopo'ya hapsetseydi ne olurdu?