"İnan bana bilmiyordum."
Üç kelime o kadar gerçekçi ve duygu içeriyordu ki, Seonghwa sahneye doğru yürüdüğü anda Yeosang ağlamaya başlamıştı. Neden ağlıyordu ki hayatında sadece iki gündür olan biri için? Neden yutkunmakta zorlanıyordu o başka bir kızla göz göze gelip sarılırken?
Onlar gerçekten de sadece iki gündür tanıyorlardı birbirini ama bazı ruhlar vardır; asırlar öncesinden tanışıp kaynaşmış. İşte o ruhlar birbirini başka biz zamanda görünce tanır ve tekrar eski yakınlığı hisseder. Kimisi buna ilk görüşe aşk der, kimisi ruh eşi. Herkesin tabiri farklı kendi gibi. Onlar için zaman kavramı yoktur. Gözler birbirini görür, kalp beğenir, ruh hatırlar. Kimisi devamını getirir, önceki hayatında mutsuzsa bile bu seferki sonu mutlu bitirir. Kimisi ise çabalasa da değişmez, sonu kötü bitmiş ama unutulmaz bir duygudur çünkü onlarınki.
Kitaplara kazınan, akıllarda silik bir keder ve yüzde buruk bir gülümseme bırakan. İşte Yeosang'ın ve onun ruhu da bu tip ruhlara dahildi. Onlar önceden tanışmış oldukları için daha birbirilerini gördükleri ilk anda ısınmışlardı birbirlerine. Hatta Yeosang şimdi Jun ve geri kalan çocukların yanına dönerken neden bağlanmadığını düşündüğü halde göz yaşı döktüğünü düşünüyordu. Tuhaf ortamın ruhu sadece onları bağlamamıştı. İşin trajikomik yanını bilen Jun teselli etmek için Yeosang'ın sırtını okşadığında sarışın olan teşekküre dair bir şeyler mırıldanmış ve başını eğip sessizce babasını dinleyen Seonghwa'dan gözlerini ayırmamıştı.
Bir an uzun olan kafasını kaldırmış ve siyah gözlerle bal rengi gözler kesişmişti. Uzun olanın yüzü aydınlanırken neredeyse buruk bir gülümseme ile renklenmişti. Dudakları ismini mırıldanırken sarışın olan gözlerini kaçırmış ve Jun'un arkasına saklanmıştı. Neyden korkuyordu tam olarak? Kimden korkuyordu?
Zor da olsa diğerlerinin konuşmasına adapte olmaya çalıştı. İçindeki karışıklık çoğu zaman üste çıkıp sordukları soruyu dinlemeden geçirmesine neden oluyordu. Ta ki Jun'un kolunu dürtüp onun bu hallerini açığa çıkarmasına kadar.
"Yeosang iyi misin? Durgun gibisin. Varsa bir sorunun anlat." Dalga geçer gibi sorulsa da ciddi anlamlar içeren soru Yeosang'ı düşündürmüştü. Anlatmalı mıydı?
"Hayır sorun yok. Biraz yorgunum o kadar. Bu tip törenler genelde bünyemi yorar." Seonghwa'yı andıran genç adam hoş bir kahkaha atmış ve cana yakın bir şekilde vurmuştu sarışın olana.
"Siz narin canlılar tabii bu tip gürültü patırtı içeren ağır şeyler için uygun değilsiniz. Ben de / bizde sevmiyoruz ama işte aileler." Göz ucu ile Seonghwa'nın tarafını işaret edip aile kelimesini dişlerini sıkarak söylemişti. Biz kelimesinden de Seonghwa'yı da beraberine katmıştı.
Peri ise diğerlerinin ilgisi daha da üzerine toparlanmasın diye son kısmı es geçmiş ve narinlik konusunda takılmıştı Jun'a. Kısaca aslında oldukça güçlü canlılar olduğunu açıklamıştı. Şimdi kuzeni acaba birini kendine nasıl ona bakmadan durmayacak kadar aşık etiğini düşünüyordu. Çünkü Jun'a göre peri ve kuzeni en başından tuhaf bir çifti. Ve bilirsiniz bazı öpücükler tatlı olduğu kadar zehirlilerdir de. Jun da tam bu yüzden artık onların kaderinin bir olduğuna inanıyordu.
Konuşma bitip Seonghwa kalabalığın içine karıştığında Yeosang da dayanamamış başına saplanan ağrı yüzünden evine dönmeye karar vermişti. Sırtına gelirken giydiği tüylü beyaz ceketi attıktan sonra güler yüzle insanlara selam veren siyah saçlı, uzun boylu çocuğu son bir defa süzmüş ve yoluna devam etmişti.
Ay ışığında yürürken beynini işgal ediyordu yüzünün her bir tarafına dağılan siyah tutamlar. En çok da dün onu reddetmesi işgal ediyordu aklını. Ama onun bir suçu yoktu değil mi kalbindeki ağırlıktan? Bilemezdi ki. Üstelik Seonghwa da suçlu değildi. Suçlu olan taraf sadece geleneklerdi. Yeosang bir Seelie'ydi. Ama küçükken bolca melek kanı içeren. Bir nevi melez gibiydi o türü içerisinde. Bu yüzden de gölge avcısı mühürleri onda işe yarıyordu. Fakat bu sırrı saklaması gerekiyordu. Hiç kimse, hiçbir tür Seelie'lerin bir miktar melek kanına sahip olup onunla güçlü bir peri yaptıklarını bilmemesi gerekiyordu. O zaman herkes Yeosang'ın peşinden koşmaya başlardı. Gölge avcıları hak iddia ederdi. Onu avlamak isterlerdi ya da aralarına dahil etmek.
Yeosang özgür olmak istiyordu bu yüzden de asla gölge avcıları ile yakınlık kurmuyordu. Ama kendi türü içinde de özgür değildi. Saklanmak ve korunmak zorundaydı çünkü. İşte bu da onu geleneklere uymak zorunda bırakmıştı. Seonghwa'dan uzaklaşmak, kendi köşesine çekilmek ve evine giderken onu son defa düşünmüş olmayı dilemek...
*
İçine düşen yalnızlık hissi ile tebrik eden aptal avcı topluluğunu boşverip etrafa bakınmaya başladı siyah saçlı olan. Bir süre salonu taramış ama sarışın olanın platine yakın saçlarını görememişti. Veda etmeden gitmişti. Bu bu yüzden içinde bir kırıklık oluşmasına neden olmuştu. Ama gözüne görünse çok mu iyi olacaktı? Onu tebrik edenlerin arasına katılsa, konuşabilecek miydi? Daha doğrusu yüzüne bakabilecek miydi? Kendince haklı nedenleri vardı gitmesinde. Ama bir başına girmesi de korkutmuştu çünkü geçen seferlerde olduğu gibi arkadaş grubu yoktu etrafında. Üstelik onun aurası çok dikkat çekiyordu.
Kumral saçları olan, hafif esmer biri sırtına dokunduğunda arkasını dönüp periyi unutmaya çalıştı. Sonuçta yeni durumdan kurtulmak için bir çözümü yoktu. Belki sadece birbirini incitirlerdi bir şeyler denerlerse.
"Hwa, iyi misin? Bir kaç dakikadır babam seninle konuşmak için uğraşıyor." Nişanlısı olan orta boylu kız arkasındaki sanki yüzü taştan yapılmış gibi duygu içermeyen adamı işaret etti. Sahiden ne zamandan beri bu kadar duygusuz oluyordu bu insanlar? Acaba evde de bu kadar soğuk muydu? Çünkü Seonghwa çoktan kutuplarda bir yıl geçirmiş gibi hissetmişti.
Orta yaşlı adam onu biraz kenara davet etmişti iki parmağını havaya kaldırıp hareket ettirerek. Seonghwa ise gerilse bile kıza belli etmeden adama doğru yürümeye başlamıştı. Önünde saygı için eğilip konuşmak için genzini temizleyen adamın diyeceklerini beklemeye başladı ayağıyla gergin bir ritim tutarken. Tane tane ama içine işleyen bir tonla konuşuyordu.
"İpsiz sapsız halin ile ailevi konumun sayesinde ne de güzel girdin aile mirasımıza Park. İnan bana Karen öyle olmasa senin gibi birine yamamazdım."
Sondaki kafasını karıştırsa da adamın geri kalan gönül kırıcı sözlerini dinlemeye devam etti. Sonunda yanından ayrılmış ve kendi arkadaşlarının yanına yürümeye başlamıştı. Rahat bir nefes alıp kendini Jun'a yasladı masaya varır varmaz. Eminim kuzeni çözerdi sorunu çünkü başına gelmişti.
*
"Oh güzelim yalnız işin ne bu tehlikeli sokaklarda." Kafasını arkaya çevirdi yürüdüğü yolda durup. Gördüğü tek şey ise şuan dağılmakta olan bir tutam karanlık gölgeydi.
"Tch beni bulamazsın ki! Hadi oyun oynayalım." Bu sefer ses yan taraftan geliyordu. Bedenini döndürdüğü tarafta karşısına boş evin kendi kadar ıssız, camsız penceresinden bakan bir çift gözdü.
"Neler oluyor?" Temkinli adımlarla pencereye doğru yürümeye başlamıştı. Kendini korumak için kıyafetinin içine sakladığı kılıcına kapanmıştı bile eli.
"Hiç sadece eşsiz güzelliğini keşfetmek istiyorum. Ah unutmadan, sırlarını da keşfetmek istiyorum bu gece. Sakın kaçma ve korkma." Üstüne atılan dumandan oluşan yoğunluğa karşı kılıcını bile çekememişti duyduğu şeylerden dolayı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
𝐀 𝐒𝐡𝐚𝐝𝐨𝐰𝐡𝐮𝐧𝐭𝐞𝐫'𝐬 𝐒𝐭𝐨𝐫𝐲
FanfictionShadowhunters / Seonghwa x Yeosang / Fantastik, Macera, Romantik / Genel Okuyucu / 13.060 Kelime