pazartesi
yeşil çay dolu termosunu masaya bıraktığı an göz ucuyla odanın girişine baktı ve "burada ne işin var?" diye söylendi çatık kaşlarıyla. minho'nun verdiği bir haftalık izinden güç alıp yüzsüzce buraya geleceğini hiç düşünmemişti. içinden ne kadar ezik biri olduğuyla ilgili hayıflanıyorken surat ifadesini düz tutmaya çalışıyor, changbin'in bir an önce gelmesi için dualar ediyordu. ne de olsa karaktersiz insanlar onu en çok geren şeylerden biriydi; minho ise tanıdığı ikinci en karaktersiz insandı.
"kendimi ifade etmemi engelleyecek değilsin herhalde?" minho yarım ağız gülüşü dudaklarında, oldukça rahat bir şekilde odada volta atıyor ve gizli bir merakla jisung'u süzüyordu. ortam garipti. sabahın erken bir saati olduğu için odada ikisinden başka kimse yoktu. jisung dersi kaçta olursa olsun her gün aynı saatte gelir ve kulüp odasını açar, büyük küçük işlerini halleder ve güne öyle devam ederdi. sorumluluk bilinci gelişmiş biri olmasının yanında kendisi de bundan başka ne yapabilir bilmiyordu. kendini bu monoton ve sıkıcı hayata adayan kişi oydu.
"seninle uğraşmak istemiyorum. işlerim var sessiz ol." dedikten sonra tekrar o tarafa bakmamaya yemin etmiş gibi tüm dikkatini elindeki kitaba verdi. çayına da bir daha dokunmadı. içesi kaçmıştı.
minho bu sefer odada dolanmayı kesip jisung'un oturduğu kanepeye ilerledi ve yanına sıkıştı. ondan bir tepki alamayınca içinden gerçekten de ne kadar ukala biri olduğuyla ilgili cümleler diziyordu. sonra sırıttı, şu hayatta kendinden daha hırslı ya da inatçı biri daha yoktu ki. jisung kendini ne sanıyordu!
"bence benimle ilgili büyük, kötü önyargıların var han jisung." haksız sayılmazdı fakat jisung'a sorsanız bunların önyargı değil, gerçekler olduğunu söylerdi. yine de ona cevap vermedi. kitaba odaklanabiliyor sayılmazdı ama minho'yla da muhatap olmak istemiyordu. en iyisi o yokmuş gibi davranmak diye düşünüyordu.
"aslında amacımın gizli olduğu konusunda haklısın," dediğinde jisung birden kafasını ona çevirdi ve aslında ne kadar da yakın olduklarını o an fark etti. minho utanmaz bir şekilde kıçını ve baldırlarını onunkine yapıştırmış, suratında o yakışıklıyım ve bunu biliyorum ifadesiyle gözlerini ona dikmişti. ses tonu iste durumdan ne kadar keyif aldığını bariz bir şekilde gösteriyordu.
onun rahatsız ifadesine ya da çatılmaya başlayan kaşlarına aldırmayan minho dudaklarını ıslatıp kafasını avucuna yasladı, jisung'a tersten bakarak "senden hoşlandığımı daha fazla gizleyemezdim zaten." diye mırıldandı. bakışları bir saniye olsun diğerinin yüzünden ayrılmıyor, tüm mimiklerini yakalamak için tetikte bekliyordu fakat jisung ona istediğini verecek gibi değildi çünkü az önceki ifadesini hemencecik silmiş, yerine anlayışlı bir tanesini oturtmuştu. daha sonra gülümsedi ve bedenini minho'dan yana döndürüp sesine katabildiği tüm alaylı tonla "espri kabiliyetin olmasa da çabalarken komik görünüyorsun." diye dalga geçti. minho'nun suratını gözünün önünden tek parmağıyla ittirip ayağa kalktıktan sonra kitabını çantasına attı ve termosunu da alıp odadan çıkmak için yeltendi fakat tam o sıra minho da hızla doğrulmuş, bileğini kavradığı gibi kendine çevirmişti bedenini. gözlerinde neredeyse acınası bir ifade vardı ama hemen kendini toparladı. jisung artık ifadesizdi. bileğini saran parmaklara kısa bir bakış atıp minho'nun suratına dikti gözlerini.
"ne istiyorsun?"
"az önce sana senden hoşlandığımı söyledim. duyma yetini mi kaybettin?" sinirlenmeye başlıyordu. artık bu durum onu eğlendirmiyordu.
jisung sağ elini uzatıp onun yapışkan parmaklarını bileğinden çekti ve itti. "ben de sana komik olduğunu söyledim?"
"han jisung! sen—"
"jisung!" kapıdan kafasını uzatarak seslenen kişi changbin'di. minho lafı yarıda kaldığı için daha da sinirlenirken jisung rahatça bir nefes almış, ona son bir bakış attıktan sonra changbin'in yanına gidip odadan çıkmıştı.
