cumartesi
"özür dilerim." jisung çatlayan başını tutarak mırıldandı. minho'yu kanepede berbat halde bulmuştu. en kötüsü de olan her şeyi hatırlıyor olmasıydı. içtiğinde yaptıklarını unutanlardan olmayı çok isterdi.
minho sırıtmaya çalıştı fakat beceremeyince gülümsemekle yetindi ve "önemli değil. özür dilemene ne gerek var." dedi. jisung'un suçluluk dolu bakışları hala dudaklarındaydı. minho bu sefer onun kendinde olmasından güç alarak jisung'a yaklaştı ve "gözlerini alamıyorsun ha? tekrar mı saldıracaksın?" diye alayla söylendi. jisung somurtarak suratını gözlerinin önünden ittirdi.
kendini es geçip jisung'a kahve yaptığında öylece kanepede oturuyorlardı. ortam tuhaftı. ikisi de buna katlanamadıklarını hissediyorlardı ki tam o sırada minho'nun telefonu çalmaya başladı. arayan felix'ti. jisung'la kısa bir bakışma geçti aralarında. meşgule atacaktı fakat "aç." komutunu duyunca beklemeden yanıtladı.
"efendim?"
"hım."
"hım."
jisung gözlerini devirdi ve "rahatça konuş." diye söylendi. felix'in ve changbin'in burada olduğunu bildiklerini tahmin edebiliyordu. endişeli olduklarını da.
"iyi. yani." iyi olmayan kişi benim demek istese de sustu.
"hım. tamam. söylerim."
telefonu kapattıktan sonra bir şey söylemedi. jisung merakla ona bakıyordu. en sonunda dayanamayıp "ee," dedi. "ne istiyormuş?"
"seninle konuşmak istiyorlarmış ama hazır değilsen—"
"büyütmeye gerek yok." kahvesini yudumladı. minho aralık ağzıyla ona bakakaldı. muhtemelen, diye düşündü. tüm hıncını benden çıkardığı için şu an bir şey hissedemiyor. neyse ki bu iyi bir şeydi. yani öyle değil mi?
fikimi okuyan varmış niye azıcık supportik değilsiniz ki hı hı hı?