Kyungsoo beni hatırlamıştı, zar zor. Bütün günü, tüm yaptıklarımı; dakikası dakikasına, saniyesi saniyesine anlatmak zorunda kalmıştım da, öyle hatırlamıştı. Nedense, ben O'nu, benimle yaşadığı o tuhaf hikayenin gerçek olduğuna ikna etmeye çalışırken; O da beni süründürmek için her şeyi bilerek yapıyormuş gibiydi. Bana öyle gelmişti. Biraz daha zorlasa buna ikna olurdum. Beni cezalandırdığını düşünebilirdim. Bir sapık gibi peşine düşüşümü, kendi mahkemesinde müebbet hapsine mahkum edecekken son anda bundan vazgeçip, bana acıdığı için, birkaç dakika dil dökmemi izleyerek içten içe keyif aldığını falan savunabilirdim, kendi mahkememde. Yapmadım.
Hatırladı da ne oldu zaten? Orası ayrı dava.
Bana, üzerine konan bir sinek muamelesi yapmaya devam etti. Üzerine gelen eli fark edince anında kaçan bir sinek oluverdim. Ancak Kyungsoo unutmuş olmalıydı, sinekler inatçıdır. Kovdukça gelir, kovdukça gelir. Kyungsoo'nun benden kurtulması için beni öldürmesi gerekir. İşte o zaman, bir sinek olarak yeniden doğarım, yineO'na dadanırım.
Beni hatırlaması bana yetmemişti, yetmeyecekti de. Katlanamıyordum, ne girdiyse içime artık, deliye dönmüştü. Kyungsoo'nun bana olan tutumunu ne ben kabullenebiliyordum ne de içimdeki deli kabullenebiliyordu.
Hatırladıktan sonra her şey güzeldi, neredeyse. Baekhyun bir çuvalı diliyle doldururken Kyungsoo onu nasıl da usul usul, kibar kibar dinlemişti. Bir ben fark etmiştim içten içe sıkıldığını, 'ne işim var burada' diye düşündüğünü. Arada sırada bakışlarının kafenin dışına kaymasından, arada sırada kahvesini somurtarak içtiğinden anlamıştım. Yine de saygısızlık etmemişti. Baekhyun'un tüm geçmişini ve yaşamayı dilediği tüm geleceğini dinlemişti. Fırsat bulur bulmaz araya girip de bir iki kelime edebildiğimde hızla üzerime düşüp kalksa da bakışları, bakmıştı bir kere. O an, o bakışların bile beni tatmin ettiğini düşünmüştüm. Üstüne hangi okula gittiğini öğrenmiştim. Benden iki yaş küçüktü mesela. Ne olmak, ne okumak istediğini O da bilmiyordu, al birimizi vur ötekimize. Kitap okumayı seviyordu. Filmlerden en sevdikleri animasyonlardı. Benim de öyleydi. Arada annesine gittiğinde oradaki karaoke barlara gidip şarkı söylüyormuş. Baekhyun, boş vakitlerinde neler yaptığını yüzüncü kez sorunca öğrenmiştim. Sesi kötüymüş, güya. Şarkı söylerken duymamıştım tabii ama yine de inanmadım. Konuşurken bile kulağa renk katan bir ses, şarkı söylerken nasıl kötü olabilirdi.
Kahvesini sert seviyordu. Bunu ilk fark ettiğimde yüzümde oluşan hayal kırıklığını Chanyeol bile fark etmişti, üstelik aynısından istediğimi söyleyince "Emin misin" diye sormuştu bir de. Beni rezil etmesinin ne manası vardı, istemiştim işte.
İstemez olaydım. Çok sertti, hayatta içebileceğim bir şey değildi. Utanmasam, çaktırmadan Kyungsoo'nun bardağına dökerdim. Hem belki o zaman, kahvesi biter bitmez kalkıp gitmezdi. Baekhyun'u masadan atabilseydim veyahut parmağımı şıklatıp yok edebilme gibi bir imkanım olsaydı, biraz da biz konuşurduk. Kendimi anlatırdım. Biraz daha O'nu dinlerdim. Belki bir anda en iyi arkadaşlar olup çıkıverir, üstüne Baekhyun'u çekiştirirdik. Belki... Kahvesi biter bitmez kalkmasaydı, giderken Baekhyun'a güle güle derken, Chanyeol'e bile teşekkür ederken beni yok saymasaydı ve kendi dünyasında atmosfer dışarı edip uzay boşluğunda kaybettiği uzay aracıymışım gibi davranmasaydı, belki biz de sohbet edebilirdik.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Red Lips || KaiSoo
FanfictionYalnızca dudakları görünüyordu. Yalnızca o kırmızı, kıpkırmızı dudakları... Ruju dağılmış kırmızı dudakları...