Bir varoş her zaman ötededir. Diğerlerinden farklıdır. Onlardan uzakta, herkes ve her şeyden dışlanmış, itilmiş ve kenara mahkum kılınmışlardır. Şans kelimesini yalnızca piyango çekilişlerinden bilirler. Mutluluk karın doyurmuyorsa onlar için işe yaramazdır. Huzurun haneye uğraması için tek yeterlilik karın tokluğu da değildir, ruhani bir tokluğun da eşlik etmesi gerekiyordur. Ancak gözler kör, kulaklar sağır olmuşsa kim duyardı çığlıkları?Kim yetişirdi imdadına varoşların? Onlar fark edilmek istediler, konuşmak istediler, diğerleri gibi olmak istediler; görmediler. Karanlığı görebilir mi insan? Karanlıkta fark ederler mi yardım isteyenleri? İnsan gözü yetersiz kalmıştı Aşağı Mahallesi'ne. Canavarlar dört bir yanı kuşatmış, siyah pelerinleriyle yolları kapatıyor, gökyüzünü kaplıyorlardı. Sen hiç tutsak kaldın mı? Sen hiç canavarların arasında yaşadın mı? Senin hiç ruhunu iblisler ele geçirdi mi? Seni hiç kana muhtaç ettiler mi?
Sen hiç aç kaldın mı?
Geldi canavarlar, zayıflıklarını hırpani giysilerini varoşların ruhlarından yaptıkları iple dikermiş gibi tamir ettiler. Güçlendiler, korkuyu ortaya çıkardılar. Çoğu onların safına katıldı; belki hayatta kalma isteğinden, belki de içlerindeki canavarları özgür bırakmanın zamanı geldiğinden. Kalanlar ise her gece başlarını rutubet kokan yastıklara dayadılar, yumurta yediler, köle gibi çalıştılar, sömürüldüler, görmezden gelindiler, dünyanın kahrını omuzlarına aldılar, oğullarını ya toprağa ya da cezaevine yolladılar. Kızlarını canavarlara teslim ettiler, bebeklerini aç büyüttüler.
Sen hiç aç büyüdün mü?
Bir kanser gibi başladı 22 yıl önce. Önce yavaş yavaş belirdiler, bir hastalık gibi yayıldılar. Kimse fark etmedi, kimse anlamadı. O kadar zeki ve kurnazdılar ki masumiyet sandılar çirkinliklerini. Maskeler sakladı onları, maskelerin ardında yaşadılar, el altından devam ettiler. Varoşlar uyandığında artık çok geçti, hastalık 4. evresindeydi. Ölüm yakındı, umut bitmişti. Her gün kavgalar oluyordu, silah hiç susmuyordu. Polis tek başına mahalleye girmeye korkuyordu. Burada ne oluyorsa kontrollü oluyordu. Her kavga planlıydı. Her plan başarıyla gerçekleşiyordu. Sokak başlarında varoşlar kendilerini zehirliyordu. Kadınlar kayboluyordu, çocukların kollarında el izleri belirmeye başlamıştı. Her gün bir genç ya bıçak darbesiyle ya da aşırı dozdan ölüyordu. Sokaklar griye boyanmıştı. Artık manavlar bile bayattı. Çöp kutularının içi şırınga doluydu. Artık ekmekler o kutuların dışına değil, içine atılıyordu. Yine de attıktan bir saat sonra dönseniz geri, bulamazsınız içerideki o ekmeği.
Aşağı Mahallesi artık yaşanmayacak gibiydi. O zamanlar yeni bir site yapılmıştı üst mahalleye. İkiye böldüler Aşağı'yı. Onlar aşağıda kaldı, site yukarıda. Çakıl Sitesi dediler. Adını, yerden alıyordu. Sitenin zemini çakıl taşındandı. Diktiler binaları çakılın üstüne, sağlam dediler. Yıkılmaz! Sordular, Aşağı'nın zemini neyden? Toprak! Eee, deprem? Olacağı varsa olur, anca Allah bilir, dediler. O günden beridir Aşağı'da toprak kaldı, yukarıda çakıl. İki ayrı zemin, iki ayrı hayat yarattı önlerine. Zaman geçti, Aşağı'dan kurtulan yukarı çıktı. Kaybolanlar ise aşağıda yaşamaya devam etti... Evet kaybolmuştular, yollarını şaşırmıştılar, ancak bir gün biri rutubet kokulu yastığından başını ayırabildi. Gözlerini açtı, etrafa baktı. Sokaklara, insanlara, sefalete, açlığa... Ölüme baktı, gördü ve vicdan mahkesinmeden karar çıktı.
Her şeyi durduracaktı, Mahir Bozdemir. Bozdemirler'in en küçük kardeşiydi. Abisi Muhsin burayı ele geçirdiğinde daha çok küçüktü, belki 6, belki 7 yaşındaydı, neler olup bittiğinin hiçbir zaman farkına varmamıştı. Türkiye'de göçebe hayatı yaşar gibi şehirler değiştirmeye o kadar alışmıştı ki o küçük yaşında, ilk defa bir evlerinde uzun bir süre kaldığında anlamıştı; burası artık onların mahallesi, onların eviydi. Büyüdü, büyüdükçe abisinin ne yaptığını gördü, etrafını tanıdı. Ondan 4 yaş büyük abisi Hatip'de Muhsin'in yolundan gitmeye başlayınca korktu. Mahir, abileri gibi olmak istemiyordu. Okumak istiyordu, bu mahallede kalmak istemiyordu, her uyandığında kapısında 2 adamın nöbet tuttuğunu ya da evlerinin çevresinde onlarca adamı görmek istemiyordu. Silah sesi duymak istemiyordu, kanın ve sigaranın duvarlara sinen kokusunu koklamak istemiyordu. O her akşam yemeğinde et yerken pencereden dışarı baktığında gördüğü sefaleti görmek istemiyordu. Böyle büyüdü, Mahir. Hayatındaki hiçbir şeyi istemeyerek, memnun olmayarak büyüdü. Kendini o hayattan, o mahalleden korumak istedi. Sustu, uzaklaştı, konuşmadı; göz yumdu. Ancak lise çağına geldiğinde her şey değişmişti. Muhsin Bozdemir yaşlanıyordu, artık eskisi kadar iyi dövüşemiyor, silah tutamıyordu. Ve kendine öğrenci aradı. Hatip zaten Muhsin'in çevresinde büyüyerek her şeyi öğrenmişti. Abisi gibi faaliyetlere gidebiliyor, eli silah tutuyordu. Ancak bir kusuru vardı Hatip'in. Abisi öl dese ölürdü, sadıktı ancak aptaldı. Aklını silahlarla bozmuştu. Düşündüğü tek şey vurmak, öldürmek, yıkmak ve dağıtmaktı. Elbette Muhsin'in işine geliyordu. Güçlü ve aptal insanların kolay manipüle edilebilir insanlar olduğunu düşünüyordu. Ancak ona hem güçlü hem de zeki bir adam lazımdı. Muhsin zeki bir adamdı ancak fena kusurlarından biri de kendini 'Fatih' zannediyordu. Aşağı'yı fethettiğini zannediyordu. Herkese boyun eğdirdiğini, herkesi elde ettiğini hatta edemediklerini yalnızca dakikalar içinde edebileceğini zannediyordu. Bunu Mahir'in üstünde denediğinde başarılı olduğunu düşünmesi de kusurlarından biriydi. Kardeşine kolay güvenmişti. O yaştaki bir çocuk hainlik düşünebilir miydi? O yaştaki bir çocuk ondan daha iyi plan yapabilir miydi? Adı Mahir Bozdemir ise yapardı, yaptı da.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ÇİZİK
General FictionHayat karmaşık ve gizemli olmakla birlikte tek düze ve tahmin edilebilir yaşamı da alternatif olarak sunar. Bu düzen kişinin yaşam tarzına, çevresine, tercihlerine ve aldığı kararlara bağlı olabilir. Alınan her kararda insanın karşısına çeşitli yoll...