Merhaba ben Kuzey, kardeşim Hilal ile beraber Türkiye'nin en güzel şehirlerinden biri olan Ankara'da birkaç yıldır yaşıyoruz. Birkaç yıldır yaşamamızın sebebi İtalya'dan mezun olduktan sonra Almanya'da çalışmayı denediğim, ama beceremediğim, kardeşimin deyimiyle "Kovulduğum için" en son şansımı Türkiye'de deneyeyim diye geri döndüğüm ülkemden elim boş dönmemdi, uzun lafın kısası yine kovulmuştum ve yine kovulmam için başka bir ülkede çalışmam lazımdı. Bu arada ben ablamla- benden 3 yaş büyük olduğundan dolayı ona abla demediğimde bana kızıyor- beraber hayal gibi olan ama arka tarafında hayli büyük bir görevin getirdiği zorlukla savaştığımız bir işle uğraşıyoruz, ikimiz de astronotuz. Astronot olup da her gittiğim yerden kovulmam size biraz tuhaf gelebilir ama ne yapayım, demek ki patronların benimle alıp veremediği şeyler var.
İlk önce Almanya'nın görkemli şehri Berlin'de çalışmaya başlamıştım, her şey masallarda olması gerektiği gibi harika gidiyordu, iş yerinin konumu iyiydi, ev ile iş arası mesafe az olduğundan işime yürüyerek gidiyordum, maaş zaten eksiksizdi, kendime ayırdığım boş zamanlar bile oluyordu, kitap okuyup kafamı dinlediğim, basketbol oynayıp kendimi mutlu ettiğim zamanlar. Almanya'da Ceres'e, Plüton'a ve Uranüs'e bazı araştırmalar yapmak adına gitmiştik, ah Uranüs muazzamdı, çok güzeldi, evrendeki bütün mavi renklerle yapılan ve az satılan bir tabloyu andırıyordu, o tabloya yakından bakmak ve uzaktan bakmak çok farklıydı, yakından bakarken bir huzur doluyordu içinde lakin uzaktan bakıldığında küçük, tekin, farklı yaratıklarla dolu olan, ölme ihtimalinin olduğu, sopsoğuk bir gezegeni andırıyordu. Her şey istediğim gibi mavi ve temizdi. Gözlerimi kapatıp kendimi denizler diyarında hissetmiştim. Başta her şey güzeldi Ceres'e ve Uranüs'e gidişimizde çok uysaldım -tabii benim olabileceğim türde uysallıktı bu- ama Plüton'da birazcık yaramazdım diyebiliriz. Sonuçta rokette 1000000 dolarcık olan hassas bir parçayı bozmuştum. Biliyorum çok sakarım ama ben özür dilediğimde bana bağırmayı kesmeliydi, yani ben öyle düşünüyorum. Bana ağzından tükürükler çıkararak bağırırken ben zaten o an istifa etmiştim yada ablamın deyimiyle -kovulmuştum- ikisinin arasında dağlar gibi fark var. Mesela Hilal -ablam- ben işten çıkarıldığımda istifa etmek zorunda kalıyor: çıkarken omuzları dik, gözleri keskin, saçları şampuan reklamdakiler gibi savrulurken, havalı bir biçimde çıkıyordu. Peki ya ben? Ben ise kovuluyordum : çaresiz, ümitsiz ve üzgün bir şekilde çıkıyordum.
Kendimi bazen ablamın durmadan açılan ayakkabı bağı gibi gördüğümü bile hatırlıyorum, ama o kendine yakışan bir şekilde ayakkabı bağını kesmemişti, o her zaman ne olursa olsun ayakkabı bağını bağlıyordu. O benim arkamı sanki kendi arkasıymış gibi kollayan tek ve biricik ablamdı.
Her eski anıları düşündüğüm zaman ona sarılıp "Sen iyi ki benim ablamsın," diye fısıldamak istiyorum kulağına ama bazen de böyle yapmak istemiyorum çünkü o teşekkür edildiğinde, eli ayağı birbirine dolaşan tiplerden. Eğer ona sarılıp "Sen iyi ki benim ablamsın, sana sahip olduğum için çok mutluyum," desem o sadece "Eee şey eee sen de iyi ki benim kardeşimsin," diye geveler. Eli ayağı birbirine dolaşmasının sebebi beni sevmemesi değil, öyle anlarda çok stresli oluyor. Onun ağzından küçük bir 'bir şey değil 'i almak çok güç oluyor -biliyorum çok denedim- çünkü o, o kadar mütevazidir ki ona teşekkür edildiğinde bir şey değil bile diyemez. Güneşin vuruşuyla tonu değişen sarımsı kızıl saçları ve kahverengi gözleri, böyle durumlarda olduklarında bana daha tatlı geliyorlar. Benim gözlerim de kahverengi ama onunki gibi değil sanki. Onun gözlerinin içinde parıl parıl parıldayan bir hayat ışığı var, benim gözlerimin içinde ne olduğunu bilmiyorum ama onunkiler gibi değiller, bundan eminim. Hilal' in saç tonuna bayılıyorum: Kızıl bir çilek gibi, bu çilek ormanda her derde deva olabilen bir bitki gibi, tatları tahmin edilemez şekilde tatlı o kadar tatlılar ki pamuk şeker bile bu çileklerin yanında acı kalır, bildiğiniz gökkuşakların hüküm sürdüğü küçük kız rüyalarından gerçek hayata fırlamışlar! Benim saçlarım ise çok sade, çikolata rengi! Yani kahverengi, sadece etkisini arttırmak için öyle dedim. Ben ablasının her bir küçük şeyine özenen, etrafında oyunlar oynayan ufak bir çocuktum daha.
Telefonumu elime aldığımda gözümü büyük harflerle yazılmış bir haber çekti. Başlık açık ve net bir şekilde "ŞOK ŞOK ŞOK YABANCILAR BİZİ BASTILAR" diye bağırıyordu. Haberin başlığı kendi kendine bir dehşet barındırıyordu zaten. Tereddütle habere tıklarken aklımdan olabilecek senaryoları geçiriyordum. Gerçekten yabancılar bizimle temasa geçmiş miydiler, yoksa her telefonu olanın yarattığı kurmaca bir oyundan mı ibaretti olay? Sayfa açıldığında bir video belirdi karşımda, video 10 dakikalıktı, tuhaf şeylerin olabileceği 10 dakika. İşler giderek ilginçleşiyordu. Tam ekrana aldığımda video başladı: Karlı, soğuk bir sokak, kötü kaliteli, sallanan, çalıların arasından çekilmiş bir video, mavi tuhaf yabancılar, görmeye alışık olmadığım türde uzay mekiği ve kaçırılan yaşlı yardıma muhtaç bir adam...
Yok artık, bunlar gerçek olabilir miydi? Şu an gerçekten nutkum tutulmuş bir şekilde, anlamsızca, ekrana bön bön bakıyordum. O yaşlı adam kimdi? Yabancılar neden o adamı kaçırmışlardı? Bu izlediğim görüntü gerçek miydi? Yabancılar neden dünyayla şimdi iletişim kuruyorlardı? Daha bunlar gibi bir sürü cevaplanması gereken ucu açık sorular vardı kafamda. İnsan böyle tuhaf bir durumda nasıl tepki vermeliydi ki? Korkmak? Büyük ihtimalle. Üzülmek? Evet, yaşlı adama. Heyecanlanmak? Belki. Sinirlenmek? Olabilir. Endişelenmek? Tabii ki de!
Hilal' in seslenişiyle kafamı gömdüğüm telefonumdan kaldırdım. Resmen kırmızı güllerle donatılmış saçları güneş ışığı vurduğunda daha da açıldı.
"Hadi ama Kuzey, uçağa yetişmemiz lazım," uçak kelimesini titrek bir nefesle söylemişti, evet bazı sıkıntılı olayların getirdiği sarsıntıydı bu sesindeki tını. "Geç kalmak istemeyiz, değil mi?" diye devam ettiği sırada ben ellerime eldivenlerimi geçirmiş, atkımı boynuma sarmış, beremi takmış, montumu üstüme geçiriyordum. Ve tam kendini soğuktan korumak isteyen bir kardan adama benziyordum!
"Tamam dalmışım," dedim aklım hâlâ yabancı olayındayken.
Bavulları evden çıkarıp asansöre götürdüğümde, Hilal' in de içeri girmesi için elimi kapının arasında tuttum.
"Gir, hadi."
"Olmaz, asansör demek durmak demek, durmak demek kilo demek, kilo dem-" diye devam ederken elimi kaldırıp sözünü kestin.
"Pes ediyorum! Tamam merdivenden in," dedim gülerek.
Asansör kapısı kapanırken Hilal,
"İlk varan kazanır!" diye bağırdı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yabancılar
Science FictionYabancılar... Bir o kadar ulaşılamaz ama bir o kadar da burnumuzun dibinde, kafamızı oynattığımızda bulabileceğimiz olan o kelime... Kuzey Dora ve ablası Hilal Dora, evrenin güzelliğine aşık bir şekilde, en istedikleri ve en tehlikeli meslek olan as...