Gece boyunca gök gürüldedi. Yaşadığım şoktan beri uyuyamamıştım. 10.00'a bir buçuk saatten az kalmıştı. Ve ben hala pencerenin önünde, ayaklarımı karnıma çekmiş bir vaziyette oturuyordum. Saatler geçmişti ama benim kafamda sadece tek bir soru yankılanıyordu.
O yaşıyor muydu?
Nasıl olabilirdi ki? Tam üç el ateş edilmişti kafasına. Ölmemesi bir mucize olurdu.
Anlık bir kararla telefonumu elime aldım ve o numaraya tıkladım.
Babamın yaşadığını kanıtlarsanız hiç kimseye söz etmeden, dediğiniz saatte kapının önünde olurum. Kanıt yoksa ben de yokum.
Telefon elimdeyken ayağa kalktım. Odanın içinde bir o tarafa, bir bu tarafa gidip duruyordum. Kapıya yaklaşan ayak seslerini duyunca olduğum yerde bekledim. Saniyeler sonra kapı açıldı. Kızıl saçlar kapıda görülünce derin bir nefes verdim.
"Günaydın hayatım. Nasılsın?" İclal Hanım'a minnettar bir bakış atıp telefonun kilit ekranına mesaj gelmiş mi diye son defa baktım.
"İyiyim. Siz nasılsınız?" Yatağa oturdu ve eliyle yanına oturmam için işaret etti. Teklifini kabul edip yanına oturdum.
"Bana aranızda bir şey olmadığını söyledin. Fakat Berk'i küçüklüğünden beri tanıyorum. Hiçbir zaman bir çocuğum olmadı. Artık istesem de olamaz. Berk benim çocuğum gibidir. Adnan ve beni çok sever, bize çok bağlıdır. Yıllardır tanırım onu. Her hareketini bilirim. Sana bakışlarını gördüm. Aranızdaki ilişkiyi bilemem ama sana karşı hisler biriktirmiyor olsa bile sana değer veriyor. Bundan emin olabilirsin." Bir şey söylemeden bekledim. Bunu düşünmenin vakti değildi. Kafam zaten yeterince karışıktı.
"Bakın, o okula geldiğimden beri kendimi bir şekilde garip hissediyorum. Sanki... Sanki kötü şeyler olacakmış gibi hissediyorum. Bir anda hayatım altüst olmuş gibi. Lütfen zaman verin." Yüzüne yerleştirdiği acımasız bakışla bana doğru eğildi.
"Onu üzme. Ona ümit verme. Saftır çünkü, sevdiğine hemen inanır. Kandırma onu. Sakın..." Gözlerimi duvara dikip gitmesini bekledim. Tam da hayal ettiğim gibi dışarı çıktı. O gider gitmez kalkıp telefonumu aldım. Bir fotoğraf gelmişti. Nabzım hızlandı o an.
Yara izi.
O yaşıyor.
(Yazarın Anlatımıyla)
Eylül o gün babasını ziyarete gitmişti. Hapishaneye. Minik elleriyle parmaklıkları kavradı. Soğuktu, en az kalbi kadar soğuktu. Babası oturduğu yerden kalkıp parmaklıklara doğru ilerledi. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Eylül babasının ezberlediği yüzünde bir farklılık gördü.
"Baba, kafan... kanıyor." Babası gülümsedi. Hapishanede de rahat yoktu. Ama bugünlük içi rahattı. Onu darp edenler hücreye kapatılmıştı kısa süreliğine.
"Uf oldu." dedi babası. Eylül korkarak parmaklıkları bıraktı. Küçük işaret parmağını babasının alnına götürdü. Eline bulaşmış kana bakıp kendi kendine güldü. Parmağını kendi alnına götürüp bastırdı. Artık onun da alnında kan lekesi vardı. Aynı yerde.
"Uf oldu baba."
(Günümüz / Eylül'ün anlatımıyla)
Kanıtımı almıştım. Saate baktım. Son bir saat, bir saat sonra ona gidecektim. Babama. İçimdeki ses susmuyordu hala, gitmemem için bas bas bağırıyordu. Odanın duvarları üstüme gelince sıkılıp dışarı çıkmak istedim. Kapıyı açınca onu gördüm. Karşımdan geliyordu, üstünde sporcu atleti vardı. Boynundaki havluyla ensesini siliyordu. Yanıma gelince hafifçe tebessüm etti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KARANLIĞIN BİNBİR TONU
RomanceEylül gözlerini karanlık bir dünyaya açmıştı bir kere. Kılıcı kırılmış bir şövalyeydi o. En korkusuzu, en acı çekeni öylece duruyordu savaşın ortasında her an bir bomba patlar, bir tetik çekilir diye. Ölmekten korkmuyordu, verdiği sözü tutabilmek iç...