"İnsan, bir çöp kovası gibidir. İçine ne atarsanız atın dışı hep aynıdır. Pek fena görünmez. Basit, mavi, kırmızı ya da yeşil; düz bir plastik parçası.İçindeki poşeti değiştirir durursunuz sonra, uzadıkça uzar bu süreç; ta ki kova kırılana dek.
İlk poşete çocukluk dersiniz, çöple doldurursunuz içini. Sonra gençlik gelir, daha fazla çöp. Olgunlaştık dersiniz, aslında sadece daha fazla pisliği yutmayı becerirsiniz.
Kaç poşet değiştirirseniz değiştirin insanlığınız hala bir çöp kovasıdır. İçi yemek artıkları ve kırıklarla doludur; hep pislik kokar.
O kokuyu saklayamazsınız işte. Etrafınızdaki dolu poşetler arttıkça, koku da dayanılmaz hale gelir.
Sonunda çareyi, topladığınız poşetleri fırlatıp atmakta bulursunuz. Her yana fırlatırsınız onları; umursamazdan, tereddüt bile etmeden.
Bu yüzden, bu dünya kocaman bir çöplük.
21. yüzyıl, insan artıklarıyla dolu."
|Saat: 12.42|
Elimdeki kalemi bırakarak boynumu esnettim. Bugün, hava o kadar güneşliydi ki sinirlerim ip gibi gerilmişti. Sonbaharın ortasında gökte parlayan o koca şeye bir türlü anlam verememiştim.
Az önce ödevimi yazdığım defteri kapattıktan sonra masanın üzerindeki kitaplarımın yanına bıraktım. Canım çok sıkılmıştı; zorla oturtulduğum masadaki herkes koyu bir sohbete dalmış gibi görünüyordu.
Yun ve Bangchan resmi olarak çıkmaya başladığından beri yemek aralarında birlikte oturuyorduk. Daha doğrusu oturuyorlardı. Ben de çantamı kaptığım gibi kütüphaneye sıvışıyordum.
Çok konuşmaktan hoşlanmazdım. Birinin ağzımdan çıkan kelimeleri takip etmesinden, spot ışığının suratıma dönmesinden nefret ederdim. Kalabalık ve gürültülü ortamlara girmekten özellikle kaçınırdım. Basit ve görünmez olmayı seviyordum; böylece canım asla yanmıyordu çünkü.
Sevgilisinin parmaklarındaki yüzüklerle oynayan Yun'a baktım. Onun yanında böyle rahat oturabilmek için kaç gece ağladığını düşündüm sonra. Kalbinin kaç ayrı yerinden kırıldığını ve yastığında bıraktığı gözyaşlarının o unutulmaz soğukluğunu.
Başını sevgilisinin omzuna yasladığında kafamı sallamak istesem de kendimi tuttum. İşte bu yüzden asla onlarla oturmuyordum. Yanımda oturan Misa'ya baktığımda onun da keyfinin yerinde olduğunu gördüm. Minho denen çocukla iyi anlaşmıştı, oturduğumuzdan beri onunla bir video oyunu hakkında konuşuyordu.
Aklımda dönen tek soru, benim buradaki varlığımı sorgulamakla ilgiliydi.
Uzun kafetarya masasında sırasıyla Yun, Bangchan, Minho ve Han oturuyordu; karşı tarafta da ben ve Misa vardık.
Hiçbiriyle konuşmak istemediğim için çantamdan çıkardığım Muhteşem Ghastby'yi okumaya başladım. Masanın ucunda oturuyordum, bir meyve tablosuna can sıkıntısından eklenmiş uyumsuz bir sürahi gibi gözüküyordum. Kimse bu soyutlanmış halime bir şey demiyordu çünkü diyemeyeceklerini biliyorlardı.
Daha iyi odaklanabilmek için spotify'dan rastele bir çalma listesine tıkladım.
Chase Atlantic- Friends
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Juliet Is Dead
FanficHwang Hyunjin, Kim Hana'nın canını yakmak istiyordu. Çünkü onun daha önce hiç ağlamadığını duymuştu.