Huzur verici melodi, kulaktan alınan uyuştucu misali beynimi bulanıklaştırırken, kafamı cama yaslayıp yol kenarına dizilmiş, hızla gözümün önünden kaybolan ağaçları izliyordum. Bir perşembe sabahı, otobüsün arka sıralarından birinde yaşlı bir teyzenin yanına oturmuş ve okulumun olduğu sokağa gidiyordum. Böyle diyince her şey kulağa ne kadar da normal geliyor değil mi?
Okula tekrar geri dönüyordum. Semih amcaya yaptığım oyunun ve kaçışımın ardından, arkamdan sarfedilen onca kelimeyi ve belki de hakareti umursamadan o okula geri gidiyordum. Ama bu sefer daha farklı bir şekilde, çünkü Çağatay'ın hala tanımadığım şu arkadaşı -hani Didem hocanın kıramayacağı arkadaş- okula öylesine, yani sıradan öğrencilerden farklı bir şekilde gidip gelmemi sağlamıştı. Kafanız karışmıştır, şöyle açıklayayım, her gün okula gitmek, sınavlara girmek ve ödev yapmak gibi bir zorunluluğum yoktu. Hafızasını kaybetmiş biri için bundan daha güzel bir sistem yoktu herhalde, bunu yaptıkları için aşırı sevinçliydim. Başta Didem hoca bu fikre pek sıcak bakmasa da, sonradan kabul etmek zorunda kalmıştı. Sonuçta arkadaşını kıramazdı, değil mi?
Düşüncelerim her zaman olduğu gibi beynimi sarıp sarmalarken, sağ kulağımdaki kulaklığın çekildiğini hissetmemle gözlerimi yoldan çekmek zorunda kalmıştım. Refleks sonucu kafam sağ tarafa dönerken, az önce yanımda oturan o yaşlı, sevimli ve pofuduk teyze gitmiş, yerine görmeyi isteyeceğim en son kişi bile olmayan adam gelmişti. Vural.
Damarlarıma sıçrayan öfke, anında kaşlarımı çatmama neden olurken, kulağımdan düşen kulaklığı elime aldım ve ateş fırlayacak kadar kızgın bakışlarımı yüzüne çevirdim. Hâlâ parlayan o buz mavisi gözler, her zaman neşeli kalın dudaklar ve düzenle taranmış sarı saçlar. Başını hafifçe yana yatırıp yüzündeki gülümsemeyi iyice genişletirken, kendimi söyleyeceği şeyler karşısında öfke nöbeti geçirmemek için dizginledim.
"Günaydın, küçük hanım."
Tek kaşımı havaya kaldırıp derin bir nefes verdiğimde, koltukta yerini daha da rahatlatmıştı. Ona aksi bir cevap vermek için kendimi hazırlıyordum ama, uzanıp bu gün açık bıraktığım saçlarımın bir tutamını kulağımın arkasına ittikten sonra tekrar konuşan taraf o olmuştu.
"Dün seni bekledim, ama bir türlü gelmek bilmeyince merak ettim. İyisindir, umarım?" diye tekrar gülümsediğinde, "boşuna beklemişsin," diye homurdandım.
Kulaklığımın diğerini de kulağımdan çıkardıktan sonra bir çırpıda müziği kapatıp, telefonu ve kulaklığı çantamın içine fırlattım. Düz bir çizgi haline gelmiş dudaklarımla onun aksine sinirli bir ifadeyle bakıyordum.
"Hadi ama, hakkında avuç içi kadar bilgiye sahip olduğun bir adamla yaşamaktan çok mu memnunsun?" dediğinde gözlerimi otobüsün her tarafında dolaştırmış, dediklerinin beni tekrar etkilememesi için küçük uğraşlar vermiştim. Kanıma girip beni kandırması isteyeceğim son şeydi, sonuçta tekrar dayak yemek istemiyordum ve onun yanına gidersem başıma gelecek olan şeylerden habersiz olsam bile, pek olumlu şeyler olmayacağının farkındaydım. Başımı iki yana salladım.
"Gerekli olan şeyleri bana söyledi ve daha fazla kurcalamayı zaten istemiyorum,"
"Ne kadar da uysal bir kızsın öyle. Demek ki, hırçınlığın sadece bana özelmiş." diye onaylamaz mırıltılar çıkarmaya başladığında çenemdeki kasların seğirmesine engel olamamıştım. Bir kere, uysal lafı bana çok uzak bir terimdi. Kurcalamak istemememin nedeni Çağatay'ın bunu söylemiş olması değildi, kendi kendime verdiğim sözdü. Hafızam geri gelene kadar beni ilgilendirmeyen mevzulardan uzak duracak, ve nihayet o muhteşem gün geldiğinde ise buradan def olup gidecektim. İşte kendime hatırlatıp durduğum ve sımsıkı sarıldığım sözüm buydu işte. Tabii, o muhteşem günün bir an önce gelmesi için Allah'a ettiğim duaları da unutmamak lazım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Buzdan Ruh.
Teen FictionKadın farkında bile olmadan adamı onardı, ama adam onu her gün daha fazla yıktığını göremedi. Kız da farkına varmadı, öfkesi, gücü, hırsı gözlerinin önüne sis gibi çöktü. Adamı kendisine, gücüne ve azmine hayran bıraktı. Sadece bir enkaza çevrildiği...