- - - - - -
Ne kadar basit bir şeymiş, sevdiğin bir insanın arkasından bağıra bağıra ağlarken, önünde duran koca koca adamların onun üzerine toprak atışı. Söz bitmiş, geride kalan yazılarsa kaldığına binpişman bir şekilde göz yaşı döküyor toprağının üzerine. Bense sadece gökyüzünü izliyordum. Baba kelimesini tam anlamıyla bana hissettiremeyen bu adamın ardından, kalbimin bu denli yanması normal miydi? Haftalar önce dilimin ucuna gelipte sıçrattığım tüm nefretin karşısında şimdi lâl kesilmem normal mi? Annemin büyük aşkı kara toprağın altında kalmaya başladığı an, attığı çığlıklar göğü inletirken, benim kasırgamın beni parçalaması normal mi?
Gözlerimin cayır cayır yandığını hissedebiliyordum iliklerime kadar, Şehrazat bana bakıyor, gözyaşlarımı siliyor, elimi daha da sıkı tutmaya çalışıyordu. Aras, ağlamamak için kendini zor tuttuğundan olsa gerek, gözleri kan çanağına dönmüş bir şekikde bana, daha sonra anneme bakıp onun yanına geçti. Mezarın başında duran hoca, okuyor ve helallik istiyordu. İnsanlar hep bir ağızdan 'helal olsun' dedikten sonra her şey bitmişti. İnsanların acıyarak baktığını, annemin ve benim yanımdan bir saniye bile ayrılmayan bu adamın kim olduğunu konuşup duruyorlardı. Çünkü onların derdi benim babamı kaybedişim değil, yanımda duran adamdı. Okunan dualar, atılan topraklar sona erdiğinde herkes yavaş yavaş dağılırken elimi sahteliğinden sıkıp 'başın sağolsun' diyen insanların gitmesi uzun sürmüş olsa da, sonunda yeniden eski ıssızlığına dönüvermişti mezarlık. Burası fazla ses kaldırmazdı. Burası ölülerin dünyasıydı ve biz burada bekleyerek kuralları ihlal ediyorduk."Oya Hanım, hava soğumaya başladı. Eve gitmemiz gerekiyor."
Annem, mezarda ki toprağı avuçladıktan sonra öptü ve geri bıraktı. Aras'ın yardımıyla çöktüğü yerden kalkıp mezarlıktan yavaş yavaş ayrılırken, son bir kez dönüp baktım ona. Sanki her an oradan fırlayıp gelecek, şaka yaptığını söyleyecek ve sonra Aras'ı gördüğünde bana azar çekecek gibi duruyordu. Ama bunu bilmenin en acı kısmı, bunun asla olmayacağıydı.
Mezarlıktan çıkarkan hava daha da soğumaya başlamıştı. Saatlerdir ağzımdan tek bir kelime dahi çıkmamış, bu durum Şehrazat dışında herkesi korkutmaya başlamıştı.
"Portakal, lütfen bir kelime et. Ağlamıyorsun, bağırmıyorsun, korkuyorum."
Gözlerimi yağmur damlalarının çarptıpı pencereden dışarıya çevirdim. Ağzımdan çıkması beklenen tüm kelimeler, içimde yanan cehennem ateşi eritmişti dilimin ucundan aldıktan sonra. O ateş, tüm bedenimi yakmaya başladığında, Şehrazat eliyle yüzüme dokunduğunda korkuyla irkilmişti.
"Portakal sen yanıyorsun!"
"Ne?" dedi annem endişeli bir ses tonuyla arkasını dönerken. Aras, arabanın hızını arttırdığında Şehrazat pencereyi kınık bir şekilde açtı, yağmur damlaları suratıma çarparken gözlerimi kapattım. Toprak kokusu şimdi daha anlamlıydı.
- - - - - -
"Şehrazat, sen ılık su doldur buna, kaşıkların olduğu çekmecenin en altında ki bölme de bez parçaları var, hepsini getir, suya sirke koymayı unutma."
Annem ve Aras başımda bekliyor, Şehrazat ise annemin söylediklerini yapıp yanıma geliyordu. "Hâlâ konuşmuyor, Oya Teyze ben korkuyorum."
Annem başını salladı ve bana baktı. Yutkunurken boğazımın yandığını hissettiğimde, vücudumun şiddetle titrediğini fark etmiştim o an. Derin derin nefesler alıp veriyor, kırpmadan tavana baktığım gözlerimi ilk defa uzun süreli kapatıyordum.
"Güzelim, konuş bizimle."
Aras'ın sesi, tıpkı ilahi bir varlığın gökyüzünden seslenişi kadar güzeldi. Gözlerimi ona çevirirken gülümsedi, elimi tuttu ve dudaklarına götürdü. Uzunca öptükten sonra elimi bile bırakmazken, diğer elimi de Şehrazat tutuyordu.