"Kendinden bir şeylerin koptuğunu anladığın an, ölmüş demektir hissiyatın. Kağıtlara ne kadar yazarsan yaz, satır arasında kaybettiğin ruhun geri gelmez. Aynı alfabe ile yazılsa bile her satır farklı işlenir ruha, dile ve kalbe.."Sabahın en erken saati, spor için aldığım giysileri giydim ve odadan dışarıya çıktım. Bakkal bu saatte açıyor ve en tazesi bu saatlerde bulunurdu ekmeğin. Spor yaptığımdan değil yani. Üzerime ince bir hırka geçirdikten sonra kulaklığımı taktım. Düşünmeye ihtiyacım vardı ve bunu sessiz aşamıyordum. Zihnimi düşüncelere odaklayacak bir melodi, söz veya podcast beni dünyadan kesiyorken aynı zamanda dünyada kalmamı sağlıyordu.
"İncelikler Yüzünden.."
Her satırında kendimi bulduğum bir şarkıydı bu. Ruhumu en iyi tanıyan, zihnimin ne istediğini bilen, hatta bazı zamanlar ismimi unutturan.. İnsan kendini de unutmalı arada sırada. Kendini en iyi şekilde hatırlaması için. Ben unutsam bile hatırlayamıyordum..
Bakkala giden yolu biraz daha uzatmak adına reçel pişen dükkanın önünden geçerken, yeniden ilişti burnuma portakal kokusu. Sanki portakal reçelinin piştiği kazandan bir el çıkıyor ve beni ona çekiyordu.
"Günaydın Portakal kızım, reçelin kokusuna geldin değil mi?"
"Bu kadar güzel kokan ne olur ki başka? Küçük bir kavanoz var mı?"
"Var kızım tabii! Ve siz de hoşgeldiniz beyefendi."
Zehra Teyze'nin selamladığı kişiye döndüğümde, ilk başta idrak edemesemde sonradan fark etmiştim kim olduğunu. Gözlerimin irice açılmasına, bir anda ona doğru dönmeme engel olamamıştım. Aras Kılacar, tam arkamdaydı ve bana gülümsüyordu tıpkı dünkü gibi. Yana doğru kaymıştı dudağı, çarpık bir gülümseme ile çarpmıştı bana lafı.
Kibirli Shakespeare."Size de günaydın."
"Hıı, hı hı. Sana da. Yani size de."
"Adın gerçekten Portakal mı?"
Sessizce sorusunu onaylarken, sanki dünya üzerinde gördüğü ilk kadınmışım gibi bakmaya başlamıştı. Telefonumda tekrarlamaya aldığım şarkı, çıkardığım kulaklıktan arka fon müziği gibi fırlıyordu ikimizin arasına.
"Bir portakal reçeli de ben alabilir miyim?"
"Tabii, siz şurada bekleyin. Sıcak sıcak vereyim."
Dükkanın önüne serilmiş küçük taburelerden birine yerleştikten sonra bana buyur etmiş ve ona olan mahçupluğumdan dolayı ikiletmeden karşısına oturuvermiştim. Sürekli gözlerini kısıyordu. Keskin çenesi vardı ve saç rengi ile ten rengi birbirine yaratılmış iki renk tonu gibiydi. Yutkundu, ellerini birleştirdi ve ovuşturmaya başladı.
"Ben, dün için özür dilerim. Yani önyargılı davrandım. Okudum biraz, kitabından yani."
Bir kez daha o çarpık gülüşünü masaya serdi. Ona olan mahçupluğum onun komiğine gidiyordu. Sabahın erken saati olmasına rağmen, hava sıcaklamaya yüz tutmuştu.
"Ee, nasıl buldun? Shakespeare kadar var mı?"
"Tabii ki yok. O fikrimin hala aynı. Kimse Shakespeare olamaz."
Başını salladı ve sırtını geriye yasladı. Portakal reçelinin kokusu bütün sokağa ilişiyordu. Gözlerini ahşap sehpaya çevirdi ve uzun süre oraya takılı kaldı. Sanki ezberlemek istediği bir detay arıyor gibiydi. O detayı bulacak, aklına kazıyacak ve belki de yeni kitabında satırlara süsleyecekti.