Bağırışların benden gelmediğini anlamamla kolumdan birinin tutup beni odadan uzaklaştırması arasında kısa bir zaman farkı vardı. Belki o arada kaçabilirdim. Belki de kaçamazdım. Artık bunu öğrenemeyeceğim için düşünmemeye karar verdim. Ben kolumdan çekiştirilerek koridorda ilerlerken insanlar laboratuvarlardan çıkmış meraklı bakışlarla ne olduğunu öğrenmeye çalışıyordu. Öğrenciler, öğretim üyeleri hatta diğer çalışanlar bile koridorun kenarına doğru yayılmıştı. Kendimi konsere çıkmadan önce halkla buluşan bir pop yıldızı gibi hissedebilirdim belki. Yani şok içinde olmasaydım ve herkesin beni yadırgayan, yeren ve hor gören gözlerle süzdüğünü fark etmeseydim bu ünümden memnun olabilirdim.
"Nereye gidiyoruz?"
İlk merdivenleri çıktığımızda aklım başıma gelmeye başlarken sorduğum soruydu. Aldığım cevapsa sadece "Yürü!" olmuştu. Yürüyordum zaten. Bunu bilinçli bir şekilde yapmıyordum. Dalgınca, kolumdan çekiştiren adamın da yönlendirmesi ile bir yere gidiyordum. Ama nereye?
Binanın dışına çıktığımızda güneş gözlerimi rahatsız etti. Asıl önemli sorunun nereye gittiğim olmadığını düşünmeye başlıyordum. Asıl önemli soru neydi? Profesör neden öldü? Onu kim öldürdü? Bir insan ölmüştü. Bu sevmediğim bir adam olabilirdi. Gerçi birkaç saniyelik kısa bir muhabbetimiz hatta monolog şeklindeki sadece profesörün hakaret ettiği o karşılaşmamız dışında adamı tanımıyordum. Ama onun ölümü, kanlar içinde yerde yatan cesedinin görüntüsü beni beklemediğim kadar kötü etkilemişti. Allak bullak olmuştum. Rektörün odasına geldiğimizi fark etmemiştim bile.
Rektör???
Daha önce rektörün odasının yakınından bile geçmemiştim. Yönetim binasına sadece kayıt için gelmiştik. Bu sıradan bir köylünün kralın taht odasına çıkarılması ile kıyaslanabilecek bir durumdu. Tabi ben artık sıradan bir köylü değildim. Bir görgü şahidiydim. Ceset bulmuş sıradan bir köylüydüm.
Rektörün odası oldukça geniş ve ferah bir odaydı. İçerideki koyu kahverengi koltuklar odaya ağır bir hava vermişti. Kocaman, koyu ceviz rengindeki kahverengi masa kendine has oymalarla özel bir parçaya benziyordu. Rektörün masanın arkasındaki deri koltuğu boştu. Koltuğunun yanlarında Türk bayrağı ve üniversitenin amblemi olan bir bayrak gözüme çarptı. Ve duvarda Atatürk tablosu, gençliğe hitabe ile okulun tepeden çekilmiş bir fotoğrafının çerçevelenmiş hali vardı. Geri kalan duvarlarda şık nişler oyulmuş ve içlerine kitaplar, objeler dizilmişti. Aynı zamanda hem akademik hem de resmi bir izlenim veren rahat bir odaydı.
Deri koltuklardan birine rahatsız bir şekilde oturdum. Odada göz gezdirirken rektör telaşla içeri girdi. Tombul, kısa boylu tıknaz bir adamdı. İnsan sağlık sektöründe böyle önemli bir konuma sahip bir insanı daha fit görmeyi bekliyor nedense. Rektör beni gördüğünde, tıpkı koridorda beni gören diğerleri gibi, bakışlarına hâkim olan öfke ve şaşkınlıkla süzdü. Öfkeli ya da korkmuş görünüyordu. Belki canı sıkılmıştı. O an bunların farkını anlayamayacak kadar uyuşuktu beynim.
"Bir akademisyeni öldürdüğünüzü öğrendim."
Konuya nasıl gireceğini bilemiyormuş gibiydi. Bana yaklaşmadı. Kapıdan birkaç adım içeriye doğru attıktan sonra durdu.
"Hayır," dedim başımı sallayarak. "Ben... Öldürmedim... Sadece onu buldum..."
Rektör, masasındaki isimliğinde adının Faruk olduğu yazıyordu, beni onaylamayan bir şekilde başını iki yana salladı. Dalgın görünüyordu.
"Başınıza büyük bir bela aldınız küçük hanım."
Gözlerimi devirdim. Bana bilmediğim bir şey söyleyin der gibi adama baktım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yağmur şehre karışırken - Ara Verildi -
SpiritualGülüşüne yağmur damlası çarpsa, Şiir olur. Bunu bir ben bilirim, Bir de gökyüzü. İsmet Özel