Akşamüzeri eve geldiğimde ayaklarım yerde sürünürken bedenim yığılıp kalmamak için son direnişlerini sürdürüyordu. Beynim pelte kıvamına varmış ve beynimin yorgunluğu bedenimi esir almıştı. Yol boyunca buz gibi olan ellerimi eve girer girmez kalorifere dayadım. Kalorifer peteği insana bir sobanın sıcaklığı veremiyordu ama bu soğukta gayet iyi iş görüyordu. Şimdi kınalım olsa ona sokulurdum diye geçirdim içimden. Yüzüme aptal bir gülümseme yayıldığını fark ettiğimde toparlanıp kendime geldim. Akşam geç geleceğini ve yemek için beklemememi söyleyen bir mesaj çektiği aklıma geldiğindeyse kalbimi ılık bir öfke meltemi yaladı. Belirsiz geliş gidiş saatleri ve ne yaptığını bile bilmediğim bir işi vardı. Bu bilinmezlik beni daha çok yoruyordu. Aslında bana fiziki olarak yük olmamakla beraber ruhuma binlerce ton ağırlık yüklüyordu. Onu özlüyordum. Merak ediyordum. Kıskanıyordum. Ve boğmak istemekle sımsıkı sarılmak arasında gidip gelen dengesiz duygularla boğuşuyordum.
Derin bir nefes aldım. Karnımdan gelen gurultular beni durum tahlili yapmaktan alıkoyuyordu. Yorgunluğumun ve üşengeçliğimin zirvesindeydim. Ayrıca bezginliğimin de. Kendime kahve yapıp yanına da omlet yaptım. Peynir zeytin de dahil olunca akşam kahvaltısına döndü durum. Kahvaltıyı severim ama sürekli yumurta yemekten kendimi anaç bir tavuk gibi hissetmeye başlamıştım. Yine de o kadar açtım ki yumurtayı ömrümde ilk defa görmüş gibi yiyip bitirdim. Kahvemi de içince kendime geldim. Ev sıcaktı içim de ısınmıştı.
Ah Hamza, kınalı kekliğim, tahinli kekim, yüreğime sığdıramadığım adam... Yanındayken bile hasretim sana...
Onu da anlayabiliyordum aslında. Onca yıl sınırda neler görmüş ve yaşamıştı. Ama bunları kimseye anlatmamıştı. Çünkü ona böyle öğretilmişti. Ve bana her zaman bilmemek insanı bazen daha iyi korur diyordu. Çünkü bilmediğin şeyden korkmazsın. Ve benim korkmamı istemiyordu. Onun için, kendim için, ülkem için güvende hissetmemi istiyor ve bunun için çabalıyordu.
Derin bir nefes aldım. Çantamı elime alıp masanın üzerinde duran küçük koliyi aşağı indirdim. Bu kutu taşındığımızdan beri odaları itina ile gezmeye devam ediyordu. Ama onu açmak gibi bir cesareti henüz içimde bulamıyordum. Kutuyu yere koyup hafifçe bir tekme savurdum. Bir gün buradan gitme umudum tükendiğinde o son kutuyu da açacaktım. Ama şimdilik umudum tazeydi ve içimde bastıramadığım özlem buraya gitmeyecekmiş gibi yerleştiğimi düşünmek istemiyordu.
Çantamı masaya yorgun bir hamalın akşamüzeri kalan son bir çuvalı savurması gibi bezginlikle koydum. Ders çalışmak şu gurbet elde, tek başıma kaldığım hissini bastırmak için yapabileceğim tek aktiviteydi. Kendimi kitaplara gömmek ve neredeyse hiç anlamadığım konulara kafa patlatmak en azından Hamza'ya olan öfkemi bastırabiliyordu. Onu anlamak isteyip anlamamak için direniyordum. Bak yine aklıma girmişti kınalı rayihası. Gel de ders çalış şimdi!
Oflayarak çantamın içindeki kâğıt, kalem ve defterleri masanın üzerine yaymaya başladım. Önce notlarımı düzenlemeli sonra hepsinin üzerinden geçmeliydim. Ayrıca yığınla dizili olan kitaplarımın arasından bu notları destekleyen bilgileri çıkarmalı ve hepsini aklıma not etmeliydim. Kolay bir süreç değildi. Ama kendimi oyalamam konusunda oldukça başarılı oluyordu.
Çantamı boşaltırken elime bir anahtarlık geldi. Sıradan düz bir anahtarlıktı bu. Yuvarlak kelepçesine iki tane anahtar takılıydı. Mavi plastikten bir ucu vardı ve dikdörtgen plastiğin boş kalan kısmına kâğıt bir etiket yapıştırılmıştı. Üzerinde garip harf ve rakamlar vardı. Sanki on bilinmeyenli denklem yazmışlar gibi yazılara baktım. Baştaki iki harf bir isim ve soy isme ait olmalıydı. Numara da oda numarası olabilirdi.
Peki bu anahtarlar benim çantamda nasıl girmişti?
Kısa bir süre düşünüp yaşadığım günü gözümün önünde canlandırmaya çalıştım. Okula gidişim, sınıfta yaşadıklarım. Yanıma yanaşıp çantama anahtar koyabilecek birilerini hatırlamaya çalıştım. Sonra aklıma o uyuz profesör geldi. Çarpıştığımız ve benim yerde ne bulursa topladığım anın hayali aklıma hücum ettiğinde içimden küfürler savurdum. Son istediğim şey o adamın yanına gidip anahtarlarını verirken bir de azar işitmekti!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yağmur şehre karışırken - Ara Verildi -
SpiritualGülüşüne yağmur damlası çarpsa, Şiir olur. Bunu bir ben bilirim, Bir de gökyüzü. İsmet Özel