Güneş altın sarısı ışık demetlerini cömertçe dünyaya göndermeye başlarken ben bodrumdan bozma bir nezarethanede birinin gelmesini ve bana bir şeyler söylemesini bekliyordum. Buradan çıkabilecek miydim? Çıkacaktım elbette. Karakolda ne kadar tutabilirlerdi ki beni? Sorun buradan çıkınca nereye gideceğimdi. Evime gidebilecek miydim? Kınalıma tekrar doyasıya sarılabilecek miydim? Onun kokusuna hasret mi kalacaktım? Ah Hamza... Sakin ve durgun geçireceğin bu zamanları da sana zehir mi ettim? Yordum mu seni? Üzdüm mü? Ne yapıyorsun şimdi acaba?
Görevli bir memurun yardımı ile lavaboya gidip abdest almış ve bana verilen, temiz görünen ama iyice yıpranmış battaniyeyi kıbleye sererek namaz kılmıştım. Görevli bana tek laf etmedi. Hatta saygı ile izledi. Karakolda namaz kılınmaz demesini beklemiştim oysa. Ama bu kuralların çok yükseklerdeki insanların uydurması olduğunu aslında insanların ne namaz kılanlardan ne de başını örtenlerden kişisel olarak rahatsız olmadığını anladım. Hatta kendi alanlarında, kendi inisiyatiflerini kullanabilecekleri zamanlarda çok daha esnek davrandığını, saygı ve anlayış gösterdiklerini fark etmiştim. Mesela şu görevli, burada bana tek ses etmese de bir okulun önünde 'başörtüsüne özgürlük!' diye bağıran birini, emir verilince, gözünü kırpmadan tutuklayabilirdi. Şartlar insanı her durumda farklı davranmaya zorluyordu.
Namazımı huşu içinde kıldığımı söyleyemem. Ağlamamak ve namazımı bozmamak için kendimi zor tutuyordum. Böyle zamanlarda dua etmek insanın içini ferahlatıyordu çünkü gözyaşlarınızı tutmak zorunda kalmıyordunuz. Ama namaz kılmak çok zordu.
Oturma yerinde ayaklarımı sarkıtmış sessizce dua ediyordum. Bu sırada bizim manyak komiser de odaya girdi. En azından arkadaşımın hanımıdır biraz anlayış göstereyim, destek olayım demiyordu da daha çok üzerime geliyordu. Psikopat!
Murat komiserin elinde bir kese kâğıdı ve kâğıt bardak vardı.
"Sana çay ve sıcak poğaça getirdim çekirge. Nasıldı nezaret rahat edebildin mi?"
Adam Hansel ve Gratel masalındaki kötü cadı gibi beni besliyordu. Dürüm döner, sıcak poğaça derken sonunda iyice semirdiğimde beni koca bir fırına atıp pişirecekmiş gibi hissediyordum.
"Rahat ettiğimi söyleyemeyeceğim. Ama odaların tek kişilik olması konforu artırmış. Eskiden çok sıkışık oluyordu."
Kötü cadı gibi bir kahkaha attı.
"Çekirge... Çekirge..." diye sayıkladı. "Hiç akıllanmayacaksın değil mi? Kendini hapse attırana kadar durmayacaksın değil mi? Bütün bu yaşananları şaka falan sanıyorsun herhalde. Hamza beni kurtarır diye düşünüyorsun değil mi? Kocanın tek işi seni kurtarmaktı zaten!"
Çatılan kaşları ve asılan suratı ile bana bakıyordu. Bakışları gerçekten çok rahatız ediciydi. Duruşumu dikleştirdim.
"Ben öyle bir şey söylemedim. Burada bulunmam tamamen..." Ne diyeceğimi bilemedim. Neydi? Şanssızlık mı? Rastlantı mı? Meraktan mı?
"Evet tamamen senin belayı üzerine çekmenden kaynaklı değil mi?"
Başımı önüme eğdim. Adam haklıydı. Diyecek lafım yoktu. Bela benim hayatım boyunca en yakın arkadaşım olmuştu.
"Neyse," dedi Murat komiser bezgin bir sesle. "Poğaçalarını soğumadan ye. Seni burada en fazla üç gün ağırlayabiliriz biliyorsun. O zamana kadar keyfine bak. Sonrasını biliyorsun."
Şom ağızlı manyak!
"Üç gün dolmadan buradan çıkacağım çünkü ben suçsuzum."
"İyi güzel ezberlemişsin. Bugün savcının karşısında da böyle kararlı olmaya çalış."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yağmur şehre karışırken - Ara Verildi -
SpiritualGülüşüne yağmur damlası çarpsa, Şiir olur. Bunu bir ben bilirim, Bir de gökyüzü. İsmet Özel