(Bu bölüm, canlarını ve kanlarını vatanı uğruna feda etmiş tüm yiğitlerimize ithaftır. Ruhları şad, mekanları cennet olsun.)
Biz âdemoğlu, hayatın dur durak bilmez rüzgarına elimizi veriyor fakat kolumuzu kaptırıyoruz. Böylelikle bir oraya sürükleniyoruz, bir buraya. Bu telaş, bu koşuşturmaca... Ne acelemiz var acaba? Neye veya kime yetişmeye çalışıyoruz böyle? Neleri ve kimleri ihmal ediyoruz böylece? Bir durup soluklanmalı belki de? Ya da yok, hayır. Bir durup, ihmal ettiklerimize son sürat koşmalı belki de?
Daha fazla vakit kaybetmeden, daha fazla vakti israf etmeden...
Zira israf, yalnızca paranın veya malın, çok veya gereksiz tüketilmesiyle gerçekleşen bir kavram değil. Zamanın da israf boyutu var. Sevdiklerimizle harcamak yerine onları ihmal ederek harcadığımız fazladan her zaman dilimi, hanemize israf olarak yazılıyor. Ta ki bu israftan da sorumlu tutulup, hesaba çekileceğimiz güne kadar. O halde, sevdiklerini ihmal edenlerimizin vay haline...
Okuduğum bu satırlardan sonra soluklanmak ihtiyacı hissettim. Derinden sarsılmıştım, kelimeler bir balyoz haline bürünüp de başıma inmişti sanki. Hayat koşuşturmacasında ihmal ettiklerimiz... Bize verilen en kıymetli nimet olan zamanı, israf edişimiz... Ne denli önemli ve bir an evvel kendimize gelmemiz gereken bir meseleydi.
Kardeşim...
İkizim.
Onu düşünmemle yanağıma sıcacık bir damla yaş süzüldü. Ziyaretine gitmeyeli o kadar oluyordu ki. Bilgisayarın kapağını kapadığım gibi yerimden kalktım. Bu metni düzenleme işi, onu ziyaret etmemden daha önemli değildi şu anda. Neticede yazarın kendisi bunu söylüyor, böyle öğütlüyordu. Son sürat koşun diyordu ihmal ettiklerinize.
Giyinmeden önce banyoya adımladım. Önce yüzüme birkaç kez su çarptım, sonra sıcacık bir suyla abdest aldım. Şimdi kendimi biraz daha iyi ve arınmış hissediyordum. Tekrar odama geçtiğimde birkaç dakika içinde hazırlandım. Merdivenleri alelacele inip kapıya ulaştım. Çıkmak üzereyken babaannemin sesiyle duraksadım. "Leyla, sen misin kuzum?"
"Benim, babaanne," dedim ona doğru adımlarken. Gözlerinde gözlüğü yoktu. Ona yaklaştığımda beni şimdi görebildiğini anladım. Gülümsemişti.
"Nereye gidiyorsun?"
Söylemekle söylememek ikileminde kalsam da yalan söyleyemeyeceğime göre doğrusunu söylemekten başka çarem yoktu. "Mehmet'e gidiyorum babaanne."
Beklediğim gibi, gülümseyen çehresine ansızın derin bir hüzün çöktü. Can yakan bir iç çekti. Artık hüzünle gülümsüyordu. "Çok özledim kuzumu..." dedi, daha çok kendi kendine konuşur gibiydi.
Sonra tekrar gözlerime baktı. "Aferin sana güzel kızım benim," derken yanağımı okşadı. "Benim de duamı, selamımı götür emi? Hadi yolun açık olsun. Sağ salim gidip gelesin."
Yumuşacık yanaklarına iki öpücük kondurdum. "Baş üstüne, babaannem benim."
Duasını ve selamını başımın üstüne aldığım gibi daha fazla durmadan çıktım. Anne ve babamla da karşılaşmak istemiyordum. Mehmet'e gidiyorum, dediğimde onların gözlerine de hüzün çökecekti ve ben bunu görmek istemiyordum.
Yolculuğum, şehitliğin önünde son buldu. Otobüsten inip biraz yürüdüm. Her zaman olduğu gibi daha yanına varamadan burnum sızlamaya başlamıştı. Her defasında kendime sözler veriyor ama güçlü, serinkanlı durmanın üstesinden bir türlü gelemiyordum.
Mezarlıklar arasındaki yürüyüşümün sonunda kardeşimin yanına ulaştım. Hemen mermerin yanına çömelip parmaklarımı soğuk mezar taşında, adının yazılı olduğu kısma uzattım. Mehmet Eray Doğan.
![](https://img.wattpad.com/cover/3694754-288-k71742.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SOLMASIN RUHUMUZ -Haziran'da raflarda
ChickLitSevdada suskun kalmak, içinde bir yerde, seninle birlikte büyüyen bir kuşu tutup zorla kafese kapatmak gibi. Kuş uçuyor. Ama kafesin hududunca. Ötüyor. Ama için için. Yaşıyor. Ama sessiz sedasız. Sevdalarında suskun ama şahit oldukları haksızlıklar...