bu bölüm daha güzel olabilirdi ama.. tatildeyim vee elimden bu kadarcık geldi. umarım seversiniiz! arayı çok açmak istemedim..
insanı doğuran insanın, tüm bu doğurganlık içerisinde; ruh dünyasında yoktan peydahlanan karmaşasının sebebini nice düşünürler dil ucuna taşıyarak bir diske oturtmaya çalışmışlardı şimdiye kadar. hiçkimsecikler de onları durdurup, "sen önce kendi düğümlerini çöz, birader." dememişti işte. onlar da tonlarca görüş ortaya atabilecek kadar fazla urganla uğraşmışlar, kalın düğümleri yıpranan parmaklarıyla çözmeye çalışmışlardı.
felsefe birikimli bir oluşumdu ve üst üste yığılmış tonlarcası içerisinde ben, kendime uygun olanı asla seçememiştim. kimisi akıl edenin yürek olduğunu söylerken bir ötekisi hissedenin insan beyni olduğuna dair karşıt bir argümanı pat diye masaya vurabiliyordu. ikisine de tam teşekküllü biçimde katılmıyordum zira ben şimdiye dek mantık denen illetin kölesi olduğumu sansam da kafamın içinde bambaşka bir dünya vardı.
düşüncelerimin değer göreceği bir çağda yaşamıyordum. belki zihnimden geçeni daha önce binlercesi düşünmüştü fakat kendim ve çoğu insan hakkında eriştiğim bilgi, bana bir buz kütlesiymişim de, birileri erimemi hızlandırmak için beni tuz yığınının içerisine gömmüş gibi hissettiriyordu.
diyeceğim şu ki, yeni yeni anladığım bir gerçek vardı ve o da insanı yönetenin inkâr ve kabulleniş denen duyguların, zihin harplerinin olduğuydu. şayet kişi, bir şeyi körü körüne inkâr ediyorsa yaşamını aksini hissetmesini sağlayacak her şeyin dışarıda kaldığı sınırlar içerisine kurardı ki, böylece inkâr etmeye devam edebilsindi. kabullendiyse eğer ki, hayatına oldukça geniş bir pencereden bakıp "bana verilen şu üç çeyrek asırlık ömrün içerisine daha fazla sıçamazdım." diye düşünür ve karalar bağlardı işte. şu anda mutlu olunan herhangi bir senaryoyu da düşünemiyordum açıkçası. elimden gelmiyordu.
bu iki evreyi de yaşadığımı fark ettiğimde, insanlık denen kavram mantıklı bir yere oturmuştu zihnimde. en eski, belki hayal meyal hatırladığım, sadece hissiyatlarının tanıdık olduğu tonlarca anıyı geçirmiştim süzgecimden. şimdiden daha evvel vakitte, bebeklerin gerçekten sevilip sevilmediklerini hissettiklerini okumuştum rastgele bir yerde. sanırım bir gazetedeydi. başta bana oldukça tuhaf gelmişti zira biz her şeyi sonradan öğrenirdik ve bize öğretileni benimseyerek yaşardık. ona sarılıp da "bunun adı şiddet!" deseniz belki de bu düşünceye sıkı sıkıya tutunurdu. daha yaşını doldurmamış bir bebek sevginin tanımını nereden bilsindi ki?
gerçi, sevgiyi öğrenmenin yaşı olmadığını da yirmilerimde; ben adını andıkça harlayan acı tatlı alevim, aşkını ikiye bölüp de büyük parçayı bana uzatma centilmenliğini göstermiş olan bir adam sayesinde anlamıştım ben.
öyle böyleydi işte, bebekler diyordum... bebekler, hissederlermiş ona sevgisiz bakan gözleri ve bu yüzden her önlerine gelenin kucağına gitmezlermiş. bayan park'ın anlattığına göre, ben bir yaşına gelene dek babam beni asla kucaklayamamış zaten. annem beni zorla onun acımasız, koca ellerine bırakmaya çalışsa da ben hep delicesine ağlamışım. hatta öyle çok ağlamışım ki adeta beni bu parmak-lık-lar arasından çekip çıkarın diye, öksürük krizlerine girip kusuyormuşum. sonrasında babam da pes edip bana dokunmaya çalışmayı bırakmış zaten. tanrı'dan istediği de bu olduğundan, daha da ileri giderek her ağlamamda annemle beni evden kovup durmuş.
işte, bir insanın inkârı ne kadar erken başlayabilirse benimkisi de öyle erken bulmuş beni. daha yeni ele doğmuş bir çocuğun kuş kadar aklıyla babamdan kaçmam gerektiğini fark etmiş ve bunu inkâra girişerek ne kadar yapabilirsem o kadar çabalamıştım o adamın gözüne girmek için. yavaş yavaş büyüyüşümün parçalarına dağılan bu arzunun amacı, bebekken hissettiğim bu sevgisizliğin gerçek olmadığını kanıtlar nitelikte bir hamlede bulunulması -belki bir baş okşaması yahut kısacık sarılma- ve benim kendime çizdiğim sınırlardan çıkarak karşımdaki engeli kaldırmak istememdi. bu benim başıma gelenleri inkar edişimdi ki, hayatıma da bununla yön çizmiştim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
litost. ✔
Fanfic[👨❤️💋👨✨] [enemies to lovers taekook x düzyazı] serseriliğine dalaşırken birbirimizle, dudaklarımızda sigaralarımızla yumruk savururken bedenlerimize her şey en basit formundaydı ve ben bu karmaşada bile kaybolurken, ona beni tutuşturmaması içi...