9

22 1 7
                                    

Günler ve haftalar geçiyordu. Dizimin bu kadar çabuk iyileşmesi ikimizi de rahatlatmıştı. Yara korkunç ve iğrenç görünse de enfeksiyon kapmamıştı. Kayaların üstüne düştüğümden beri gizliden gizliye kangren olup öleceğimi düşündüğüm için şimdi yaramın iyileşmesine şükrediyordum. Bu sabah hava ılıktı, her zamankinden daha nemliydi. Çarşamba, pazartesi, cumartesi, ikimiz de haftanın hangi günü olduğundan emin değildik. Sehun'un ağaca attığı çentikler, dört aydır burada olduğumuzu gösteriyordu ama ikimiz de denizde geçirdiğimiz günlerin sayısını bilmiyorduk. Sehun adaya geldiğimiz ilk günün bir pazartesi günü olduğuna yeminler ediyordu. Bense pazar olduğunu söylü­yordum. En sonunda ikimiz de her güne perşembe demeye karar verdik. Sehun kahvaltıdan sonra, "Ben balık tutmaya çalışacağım," dedi. "Kahvaltı" sözcüğünü tabii ki sembolik olarak kullanıyorum. Ateşi canlı tutmayı öğrendiğimizden beri (eğilmek, ateşe odun atmak, izlemek ve endişelenmekle geçen detaylı ve saplantılı bir süreçti) yemek pişirme işini ben devralmıştım. Aslında Chaeyoung için tek bir kez bile yemek pişirmediğim düşünülürse bu çok ironikti. Tek bir kez bile. Eve o kadar geç gelirdi ki ya dışarıda yerdik yada eve sipariş verirdik. Cep telefonumun rehberinden Happy Dragon restoranının numarasını bulup Chaeyoung'la haftada en az iki gün sipariş verdiğimiz Çin restoranının sahibi Chen'in cana yakın sesini duymak ne güzel olurdu diye düşündüm. İki tane tofu ve vegan Mu Shu ile KungPao Chicken. Ama hayır, bu sabahın kahvaltısı biraz daha yaratıcıydı. Gerçi Sehun'u güldürmüştüm. Mönüde şunlar vardı: Biraz ekstra deniz suyuyla tatlandırılmış kızarmış istiridye, mango kızartması. Közlerin üstüne taş koymanın bir yolunu bulmuştum. Böylece taşlar iyice ısınıyordu. İstiridyenin etini taşların üstüne koyuyor ve biraz cızırdamaya bırakıyordum. Sehun bir ısırık aldığında bana bir ilahmışım gibi bakmıştı. İkimiz de zayıftık. En azından önceki halimizden daha zayıftık. Düğün günü damatlığım içinde yediğim pop kekler yüzünden biraz sıkışmıştım ama artık takımın kalça kısmının bol geleceğini biliyordum. Düğün sabahı olduğu gibi bedenimi sarmayacaktı. Sehun da kilo vermişti. Yanakları çökmüştü ve göğüs kafesinin altındaki yerde bir çukur vardı. 

"Balık mı?" dedim. Somon ve ton balığını düşündüm. Bu bana suşiyi anımsattı ve ağzım sulandı. "Nasıl tutacaksın?" Sivri uçlu bir sopa gösterdi. "Bunu kumsaldaki sivri kayalarda keskinleştirdim," dedi. Tam olarak bir zıpkın değildi ama denediği için onu suçlayamazdım. Sehun kumsalda ilerlerken ona el salladım ve ateşle uğraşmaya başladım. Barakamızın yanındaki zulamızdan biraz çalı çırpı aldım ve ateşe ekledim. Sonra kuma çöktüm ve okyanusa baktım. Yumuşak dalgalar kıyıya vuruyor, önümde köpüklü bir kreşendo oluşturuyordu. Gözlerimi kapattım. Bir an için Bach'ın, "Sheep May Safely Graze" adlı eserini duydum. Dörtlü grup, kısa bir süre önce düğünümde bu eseri çalmıştı. Ama benim kafama taktığım şey düğünüm değildi. Kafam, düğünümüzden önceki ay Chaeyoung'la birlikte gittiğimiz bir konsere takılmıştı. Chaeyoung, "Gitmek zorunda mıyız?" diye sormuştu. Bütün hafta gece geç saatlere kadar çalışmıştı. Sonra bir akşam eve altıda gelince onu senfoniye götürmek istemiştim. Ama sorun onun gönülsüzlüğü değildi. Sorun benim hissettiğim şeyleri hissetmeye gönülsüz oluşuydu. 

Ateşi besledim ve tekrar gözlerimi kapattım. Beynim müziğin akışına vermişti kendini. Melodi beni okyanus gibi esir aldı. Beni bitirdi. Tıpkı o gece olduğu gibi yine beni büyüledi. O gece Chaeyoung'a dönüp bakmıştım. Onun da benim gibi hissetmesini, hissettiklerimin birazını olsun hissetmesini beklemiştim. Ama o telefonuna gömülmüş birine mesaj atıyordu. Çalışıyordu. Chaeyoung'un benim sevdiğim her şeyi sevmesini beklemek tabii ki saçmalıktı. Sorun bu değildi. Müzikti. Chaeyoung bunu hissetmemişti. Güzel olduğunu bile bilmiyordu. Telefonuna bakıp duruyordu. O gece yaptığım gibi kendi kendime iç geçirdim. Ateşi tekrar besledim ve zihnimin, hatta kalbimin şu anda güvenilmez olduğunu düşündüm. Başıma gelenlerden sonra durum böyleydi. Memleketlerine travma sonrası stres bozukluğuyla dönen savaş gazileri olduğunu bir yerlerde okumuştum. Bu kişiler, kendilerini en çok seven insanlara bile bazen nedensiz yere çıkışıyorlardı. Evet, bana da böyle olmuştu. Sınırlarımı zorlamıştım. Hayatta kalsam bile bunun bu şekilde devam edip etmeyeceğini bilmiyordum. Belki de insan vücudu hayatta kalma moduna girince böyle oluyordu. Belki de böyle bir durumda herkes hakkında her şeyi sorguluyordun. Belki de sevdiğin kişilerden bile uzaklaşıyordun. 

Lost In Paradise \\ sebaekHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin