∞ seven ∞

235 15 30
                                    

“Hoş geldin, Mia. Gel, karşıma otur.” Yavaş adımlarla Bay Montree’nin karşısındaki koltuğa yürüdüm ve oturdum. Buraya ilk geldiğim günkü kadar gergin değildim. Yani, tam anlamıyla rahat olduğumu söyleyemezdim, çünkü ben hiçbir zaman tam anlamıyla rahat değildim. Ancak ilk günkü reddedilme hissini artık daha az hissediyordum. “Nasılsın?”

“Peki, uhm. Yalan söylemeyeceğim. Ben…  İyi hissetmiyorum.” Dikkatle bana eğildi.

“Neden? Bir sorun mu var?” dedi endişeyle.

“Hayır, yani evet, ama benimle ilgili değil. Sadece… Benim bir…” Arkadaşım? Evet, arkadaş kelimesi doğru görünüyordu. “…arkadaşım iyi değil. O bugün kriz geçirdi.” Her zamanki ciddi ifadesini bozmadan sordu,

“Ashton’dan mı bahsediyorsun?”

“E-evet.” dedim.

“Onunla arkadaş mısın?” Hala kendi kendime sormakta olduğum soru başkası tarafından bana doğrultulunca şaşırmıştım. Arkadaş mıydık? Yani, daha demin arkadaş kelimesini kullanmıştım. O zaman arkadaştık. En azından bana göre.

“Evet, yani ben öyle düşünüyorum.”

“Ashton’ın öyle düşünmediğini mi düşünüyorsun?” Bir süre ben ona, o da bana baktı. Bu soru biraz rahatsız ediciydi. Bir psikolog olduğu için onu alttan alabilirdim ancak yarı rahat halimi bozmuştu. Oturduğum yerde kıpırdandım ve yere bakmaya başladım.

“Bilmiyorum. Bu hissin- yani arkadaş olma hissinin- ne olduğunu bilmiyorum. Sizin de bildiğiniz gibi, benim fazla arkadaşım olmadı.” Dedim imalı bir ses tonuyla. Her insanda olacağı gibi Bay Montree’nin de bozulmasını bekledim ancak bana bakmaya devam etti.

“Onun için yeterince iyi olmadığını mı düşünüyorsun?” dediğinde belirsizce titredim. Kafamı kaldırdım ve ona baktım. Buz gibi soğuk bakışlarıyla beni dondurmak istiyordu sanki. Dudaklarımı bir şey söylemek için araladım ancak susmak dışındaki bütün eylemlerde çuvallarım gibi hissediyordum. “Onun havalı çocuklardan olduğunu mu düşünüyorsun? Yani Michael gibi?” Anında gözümde yaşlar toplandı ve kalbim sızladı. Bu sefer susamazdım.

“Michael’ı da nereden biliyorsunuz?”

“Ben senin hakkında senden çok şey biliyorum, Mia.”

“Öyle mi? Çünkü siz şunu bilmiyorsunuz: Ashton’ın Michael isimli o piçle hiçbir alakası yok ve olmayacakta. Aynı odada olup birbirlerini ölesiye dövmediklerini düşünemiyorum bile. Michael bir göt deliği ve onu Ashton’la bağdaştırdığım falan yok.” Dedim ve titreyen bacaklarımla ayaklandım. Kapıya doğru yönelirken, “İyi günler.” Dedim. Tam çıkacakken Bay Montree,

“Mia, o kapıdan çıkamayacağını biliyorsun. Seni kırdıysam özür dilerim ancak tedavinin bir yerlere varması gerekiyor. O yüzden otur ve sakinleş. Sana kahve getiririm ve sonra konuşmamıza devam ederiz.”

“Siktiğimin kahvesini istemiyorum, tamam mı? Ben sadece bu sikik dışlanma duygusundan kurtulmak ve herhangi normal bir kız gibi aynaya baktığımda sevebileceğim biri görmek istiyorum! Eğer bunda bana yardımcı olacaksan ol, olmayacaksan o değerli kahveni götüne sokabilirsin!” diye bağırdım ve kapıyı çarparak dışarı çıktım. Hızlı adımlarla yürürken ağladığımı fark ettim. Merdivenlerden indim ve tekrar yangın merdivenlerinin olduğu yere gittim. Göle gidecektim.

Asfalt yolda koşuyordum ve yavaşça yüzüme düşen yağmur damlaları gözyaşlarıma karışıyordu. Yanımdan geçen arabalardaki insanlar bana şaşkın gözlerle bakıyorlardı. Onlara yumruk atmak istedim, gördüğüm herkesi karnından tekmelemek istedim. Sonunda göle geldiğimde bağırmaya başladım. “Siktir! Sikeyim! Sikik havalı çocuklar! Sikik sürtükler! Lanet olsun!” En sonunda yorgun düştüm ve çimlerin üstüne yığıldım. Ağlamaya devam ediyordum. Dizlerimi kendime çektim ve kollarımı etraflarına sardım. Bağırarak ağlıyordum. Yağmur hızlanmıştı ve sırılsıklamdım. Çığlık attım. Artık Tanrı’ya yalvarıyordum, “Eğer böyle olacaktıysa, neden hala hayattayım? Neden beni hemen burada öldürmüyorsun? Bunu kendim de yapabilirdim, ve denedim! Lanet olsun denedim! Neden izin vermedin? Neden ölmeme izin vermedin? Bu sikik hayatı yaşamaya neden zorluyorsun beni?”

∞ broken ones ∞ || a.i. ||Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin