42. Bölüm "Finale Doğru"

2.1K 109 16
                                    

Mrb! İste yb. Çok geç geldiğinin farkindayim ve coook özür dilerim. Herneyse bu bolum finalden önceki 3. Bolum.. Yani iki bolum sonra kitaba yakisir bir final yapcam. Herneyse OYLARİNİZİ VE YORUMLARİNİZİ BEKLİYORUM. LUTFEN USENMEYİN VE OYLAYİN YORUM YAPİN.

***** Bu arada Multimedia daaa Riley var. (Evan Peters.) :)))

Seth'in dev yumruğu kaburgalarımı sıyırıp geçtiğinde az kalsın popo üstü düşüyordum. Son anda kollarımı iki yana açarak dengemi zorlukla geri kazanabilmiştim. Seth başarısız yumruğunun ardından bir tekme atmaya hazırlanırken nefesimi tutup kollarımı kaldırabildiğim kadar kaldırarak gardımı hazırladım. Neredeyse şimşek gibi bir tekme gardıma çarptığında kollarıma yayılan yanma hissi berbat birşeydi.
Eh, sanırım artık benim sıramdı. Seth'e, tekmesinden sonra pozisyon alma şansı vermedim. Hızla havaya sıçrayıp kendi etrafımda döndüm ve baldırımın üst kısmını tam da olması gerektiği gibi doksan derece bükerek Seth'in karnına geçirdim. Seth tekmenin şiddetiyle yere yuvarlanırken şok içindeydi. Sevinç içinde hoplaya zıplaya yerde yatan Seth'in yanına gittim.
"Evet! Biri bu günü tarihe kaydetsin! Seth'i ilk kez yendim."
Seth homurdanarak yerden kalktı ve altın rengi gözlerini devirdi.
"Aman ne önemli. Hem neyi kutluyorsun anlamadım küçük Alex. Toplam beş kez çarpıştık ve ben dördünü kazandım."
Koluna hafif bir yumruk vurdum ve sırıttım.
"Bu daha başlangıç."
Seth meydan okumamı kabul etmiş gibi sırıttıktan sonra salonun kenarındaki minderlere kendini attı.
Son iki gündür bu antrenman salonundan çıkmaz olmuştuk. Herkesin bir programı vardı ve savaşa hazırlanmak için herkes elinden geldiğince çabalıyordu. Genelde beni ve Carter'ı eğiten Seth oluyordu çünkü aramızdaki en tecrübeli avcı oydu. Ve tabi bu pek de eğlenceli değildi. Seth'le iki gündür ne kadar çarpıştığımın sayısını gerçekten bilmiyordum ama az önceki zaferimi saymazsak sanırım hiç galibiyetim yoktu. Yeri boylayan hep ben oluyordum.
Carter'ın durumu ise benim ki kadar vahim değildi. Seth ve Marcus'la yaptığı bir çok denemede, galibiyet sayısı yenilgisiyle eşit miktardaydı. Birde, Seth hiçbir zaman Carter'la benim deneme yapmama izin vermiyordu. Ki bu iyi birşeydi çünkü Carter hâlâ yaramın iyileşmediğini düşünüyor ve beni incitmemek için nazik davranıyordu.
Ona artık iyi olduğumu söylemekten vazgeçmiştim çünkü ne dersem deyim ikna olmayacağını anlamıştım. Oysa yaramın iyileşmesinin ve hastaneden çıkmamın üzerinden beş gün geçmişti ve ben artık eskisinden de iyi durumdaydım. Nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde Becca denilen kızdan su elementini alınca yaram çok daha hızlı iyileşmişti. Ayrıca su elementi kesinlikle çok eğlenceliydi. Elementi ilk deneyişimde kampüsün ortasında Seth ve Wren'i sırılsıklam etmiştim. Kesinlikle çok eğlenceliydi.
He birde ordu vardı tabii. Marcus beni son toplantımızdan sonra orduya taktim etmişti. Gerçektende kocaman bir insan denizi gibiydi. Bir araya geldiklerinde ana kampüsü ta sınırlara kadar dolduruyorlardı. Onları Marcus'un ofisinin terasından selamlamıştım. Tabi onlarda beni...
Antrenman salonunun titanyum kapıları açıldığında düşüncelerden sıyrıldım ve gelen kişiyi görünce gülümsedim. Carter salonun diğer ucundan yanıma doğru gelirken her zaman olduğu gibi gözlerimi ondan alamıyordum. Üzerinde siyah V yaka bir Akit tişörtü ve altında da avcıların giydiği cepli, siyah bir kargo pantolon vardı. Sanırım benim çalışma saatim sona ermişti. Sırada Carter vardı.
Carter yanıma geldiğinde spor çantasından bir su bidonu çıkardı ve çantayı minderlerin üzerine fırlattı. Bana döndüğünde dudağının bir köşesi yukarı doğru kıvrıldı ve sağ yanağındaki gamzeyi ortaya çıkardı. Elindeki şişeyi bana uzatırken mavi gözleri parlak bir laciverte dönüşmüştü. Gülerek şişeyi aldım.
"Selam."
Hiç vakit kaybetmeden dudaklarıma küçük, yaramaz bir öpücük bıraktı.
"Selam, bebeğim."
Tekrar güldüm ve o kollarını belime dolarken ona daha çok sokuldum. Parlak lacivert gözleri, dudaklarımdan başlayarak yüzümü uzun uzun süzdü. Ardından dudaklarını kışkırtıcı bir şekilde benimkilere yaklaştırdı. Ilık nefesi aralık dudaklarımdan içeri kaçarken, midemdeki o tanıdık kıpraşmayı hissettim. Bir kelebek sürüsü karnımda çırpınıyor beni deli ediyordu. Dudakları önce çok yavaş ve nazik bir şekilde benimkilerle temas etti. Ardından öpücük daha fazla kendini tutamıyormuş gibi nazikliğini kaybetti ve bir anda alev aldı. Carter'ın dudakları benimkileri esareti altına alırken kalbim öyle bir atıyordu ki sesini neredeyse salonun öbür ucundan duymak mümkündü. Carter dudaklarını geri çekmeden önce içim son bir kez titredi ve Carter sanki bunu hissetmiş gibi sırıttı.
Bir anda salonu dolduran tempolu bir alkış sesiyle yerimden sıçradım. Seth yattığı minderlerden kalkmış alaycı bir gülümsemeyle bizi izliyordu. Yanaklarım cayır cayır yanarken içimden sövdüm. Carter salona girer girmez Seth'i unutmuştum.
"Bu kadar yeter sizi aşk böcekleri. Carter'ın antrenman saati çoktan başladı.... Mia sen minderlere, Carter sen de ringe çık."
Carter sessizce söverken utanç içinde ona son bir bakış atıp minderlere gittim. Minderlerde kardiyo hareketleri çalışmam gerekiyordu ama yorgunluktan hiç halim kalmamıştı. Ayrıca Carter'ı dövüşürken seyretmek istiyordum.
Carter Seth'in karşısında pozisyon alırken nefesimi tuttum. Bunun gibi çekişmeli maçları izlmek beni gereksizde olsa heyecanlandırıyordu.
İlk hamleyi yapan Seth oldu ve kendi etrafında dönerek çok sıkı bir döner tekme attı. Ancak tekme Carter'ın gardından geri sekti ve hamle sırası Carter'a geçti. Carter Seth'e çok yaklaşmadan sol koluyla ileri atıldığında yaptığı şeyi anlamakta zorlanmıştım. Carter solak değildi ve sol koluyla hamle yapmasıda oldukça büyük bir hataydı. Ancak Seth Carter'ın hamlesini püskürtmek için gardını yüzüne kadar yükselttiğinde Carter ani bir dönüşle sol kolunu geri çekip sağ yumruğunu Seth'in tam karnına indirdi. Seth geriye doğru sendelerken gözlerimi Carter'dan alamıyordum. Hayran kalmamak elde değildi.
Seth bir kez daha saldırıya geçtiğinde herşey göz açıp kapayıncaya kadar gerçekleşti. Seth'in ayağa kalkması, havaya sıçraması ve ellerinde beliren mavi bir elementi Carter'ın üzerine salışı...
Heyecandan deli gibi atan kalbim bir anda duruvermişti. Elim ayağım birbirine dolaşırken hızla ayağa fırladım. Ağzımdan tutamadığım bir çığlık kaçtı ama ne yaparsam yapayım Carter'ın yanına zamanında ulaşamadım. Mavi bir sis yığını hızla Carter'a çarptı ve onu yere düşürdü.
"Aman tanrım. Carter!!"
Yanına ulaştığımda zaten allak bullak olan aklım daha da çok karışmıştı. Carter sırılsıklam ıslanmış bir biçimde yerde yatıyordu. Gözlerini açtığında mavilikten eser yoktu. O kadar koyu bir laciverte bürünmüştü ki gözleri, ışıkta simsiyah gözüküyordu. Ayrıca çenesinde bir kas seyiriyordu. Sinirden köpürdüğü her halinden belli oluyordu.
Carter öfkeyle ayağa kalktığında artık çıdırma noktasına gelmiştim.
"Neler oluyor be?!"
Carter ve Seth aynı anda bana döndüklerinde kendimi aptal gibi hissettim. Çünkü zaten aptalın tekiydim. Seth Carter'ı su elementiyle vurmuştu ve ben sanmıştım ki...
"Asıl neler olduğunu sana sormak lazım, küçük Alex."
Seth kaşlarını çatmış bana bakıyordu. Utançla Carter'a döndüm.
"Ben sanmıştım ki..."
Seth tekrar araya girdi.
"Ne sandın, Mia?... "
Ardından ne olduğunu anlayınca gözleri fal taşı gibi açıldı ve bir anda kahkahayı bastı. "Ne yani, Carter'ı Akaşa'yla falan vurduğumumu sandın."
Seth kahkaharla gülmeye devam ederken, yanaklarım utançtan domates gibi kıp kırmızı bir renk almıştı. Carter gülümseyerek usulca yanıma geldi ve elimi kavradı. Bakışlarım kaçırdım.
"B..ben özür dilerim. Bir an neler olduğunu anlayamadım. Bölmek isteme..."
Sıcak dudaklarını yanağıma bastırmasıyla suspus oldum.
"Önemli değil, Αυτο μοu. Hiç önemli değil."
******************************************
Antenman saatlerimiz tamamen bittiğinde minderlerin üzerine bıraktığım çantamı toparlıyordum ki, salonun titanyum kapıları telaşlı muhafızlar tarafından pat diye açıldı. Muhafızlardan biri Carter'ı, Seth'i ve tabi ki beni küçük bir boyun selamıyla selamladıktan sonra konuşmaya başladı.
"Efendim, Marcus sizi acilen ofisine bekliyor. Çok acil olduğunu belirtmemi istediler."
Seth muhafızları selamlayıp konuştu.
"Başka bir bilgi vermedi mi?"
"Hayır, efendim."
"Tamam, bir kaç dakika içinde orada olacağız."
Kalbim küt küt atarken elimi sımsıkı tutan Carter'a daha çok sokuldum. Acil bir şey olmasa biliyordum ki Marcus asla muhafızları bizi çağırmaları için göndermezdi. Ve içimde bu haberin kötü olduğuna dair bir his vardı.
Muhafızlar bizim için salon kapılarını açtıklarında kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış bir köpek gibi ürkerek salondan çıktım.
Konsey binasına giden çakıl yolda ilerlerken sadece Carter'ın duyabileceği şekilde fısıldadım.
"Bu işin sonu hiç de iyi değil."
Carter'ın mavi gözleri hemen bana çevrildi ve mükemmel dudaklarında sıcacık, rahatlatıcı bir gülümseme belirdi.
"Endişelenecek birşey olduğunu sanmam. Kocaman bir ordumuz, çok yetenekli bir Apollyon'umuz ve harika bir planımız var. "
Bu sözlerine karşın gözlerimi kaçırdım. Üzerimde ki sorumluluğun yükü beni eziyordu. Hatta son günlerde ki uykusuzluğumun tek nedeni de buydu. Herkes benden birşeyler bekliyordu. Başarı bekliyordu. Ama ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim yoktu.
"Tam bir Apollyon sayılmam ama." diye mırıldandım usulca.
Kafamı kaldırıp Carter'a döndüğümde gözlerim parlak bir lacivert tarafından esir alındı. Ensemden yukarı doğru garip bir his tırmanırken şu anda herşeyi bırakıp, kimseyi umursmayıp Carter'ın dudaklarına yapışmak istedim. Onun yanındayken üzerimde hiç sorumluluk yokmuş gibi, hiç kimse benden birşey beklemiyormuş gibi hissediyordum. Carter'ın eli benimkini sımsıkı kavradı.
"Korkuyor musun?"
"Hayır. Ödüm patlıyor."
Carter'ın gülüşü kulaklarımı doldururken bende gülümsedim. Ama ne kadar şaka olsa da gerçekti.
Korkuyordum.
Carter'ı kaybetmekten korkuyordum. Ağabeyimi öldüreceğim anın gelmesinden korkuyordum. Sevdiklerimin benim yüzümden yaralanmasından korkuyordum. Korkacak çok sebep vardı. Ve bunlar sadece bir kaçıydı.
Carter tekrar konuştuğunda düşüncelerden sıyrıldım.
"Kimse olmasa da ben olacağım yanında...Söz veriyorum."
Gözlerimi tekrar Carter'a çevirdim. Koyu mavi gözlerinde kayıtsız bir kararlılık vardı. Ve biliyordum ki, verdiği sözü sonuna kadar tutacaktı.
Tam ağzımı açıp bir şey diyordum ki, kulaklarım sağır edici haykırışlarla dolup taştı.
Ordunun sesi...
Konsey binasının kapısına gelmiştik ve sesin geldiği yönden ordunun binanın diğer tarafında olduğunu anlayabiliyordum. 300 kişi ve her biri de tek ses olmuş savaş nidaları atıyorlardı.
Carter'a doğru biraz daha yaklaştım.
"Neler oluyor?"
Çıkan gürültü yüzünden kendi sesimi bile duyamıyordum.
"Sanırım ordu savaşa hazırlanıyor."
"Ne?!"
Birbirimizi duyabilmek için bağırarak konuşuyorduk ve Carter'ın dediklerini idrak etmek için beyin nöronlarımı sonuna kadar zorluyordum.
"Sanırım Marcus'un bizi çağırma nedeni bu..."
Nihayet o lanet merdivenleri tırmanıp konsey binasına girdiğimizde parmaklarım ve dizlerim titremeye başlamıştı.
Mermer fayanslarla döşenmiş koridoru geçip Marcus'un ofisine geldiğimizde yerimde duramıyordum. Neler olduğunu bir an önce öğrenmeliydim. Hızla öne atılıp, kapıdaki muhafızları selamlamadan pat diye içeri girdim.
"Marcus!..."
Bir anda içerideki bütün gözler bana ve arkamdan odaya giren Carter'la Seth'e çevrildi. Bir kaç dakika boyunca kimse birşey söylemeyince, deri koltukların birine uzanmış Riley kahkahayı patlattı.
"Vay canına. Giriş yapmayı iyi biliyorsun çakma Apollyon. Ama havalı müzik ve ağır çekim eksik."
Gözlerimi devirdim
"İblis olmak sana hiç yaramamış."
Gözlerini sinsice kıstı.
"Yerinde olsam aç bir iblisi kızdırmazdım, Mia."
"Yerinde olsam çakma bile olsa bir Apollyon'u kızdırmazdım, Riley."
En sonunda Carter araya girerek didişmeyi sonlandırdı.
"Yerinizde olsam, çok konuşan Apollyon'un sevgilisini kızdırmazdım."
Ona, kaşlarımı çatarak baksamda deri koltuklara doğru ilerlerken gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Hızlı bir şekilde kendimi Riley'nin karşısında ki koltukların birine bıraktım. Carter yanıma, Seth ise çaprazıma oturdu. Herkes yerleştiğinde Marcus otoriter bir tavırla iç çekip ofis masasından kalktı ve masanın ön tarafına yaslandı.
"Saçma tartışmanız bittiğine göre artık ciddi konular konuşabiliriz."
Daha fazla bekleyemeden sordum.
"Neler oluyor, Marcus? Bu tantana ne?"
"Sizi buraya çağırmamın sebebi de bu tanatana zaten....Planlarda bir değişiklik yapmak zorunda kaldık, ne yazık ki?"
Carter araya girdi.
"Ne değişikliği?"
Marcus tam ağzını açıp konuşuyordu ki, Riley'nin yan tarafında oturan Deacon cevap verdi. O konuşana kadar burada olduğunu bile fark etmemiştim. Oldukça gergin görünüyordu. Hoş, Marcus'un da ondan aşağı kalır bir yanı yoktu hani.
"Saldırıyı erkene çektik....Daha doğrusu zorunda kaldık."
Gözlerimi, Deacon'un benimkilerin aynı olan gri gözlerine diktim.
"Ne kadar erkene? Ve neden?...Çıkarın ağzınızda ki baklayı."
"Bu gece... Saat dört sularında."
Yanımda oturan Carter bir anda ayağa fırladı ve patlayı verdi.
"Ne?! Bu gece mi?... Siz kafayı mı yediniz? Henüz hiç bir şey hazır değil. Kronos'a görünmeden içeri nasıl sızacağımızı bile bilmiyoruz. Logan'ın nerede olduğunu da. Bu şekilde oraya gidersek 300 kişinin hepsi de bizle bereaber yer altını boylar!"
Bende Carter'ın arkasından ayağa kalkıp sol koluna yapıştım. Ama nafile. Ne yaparsam yapayım onu geri yerine oturtamadım.
En sonunda Marcus tüm odayı sessizliğe boğan bombayı patlattı.
"Öyle olması gerekiyordu çünkü, Kronos bir ordu kurduğumuzu öğrenmiş!..."
Ve bom. Kimse, hatta çok konuşan -daha doğrusu genelde sinir bozucu konuşan Riley bile ses çıkaramadı. Zaten ses çıkarmaya kimin cesareti yeterdi ki?
Kimse en ufak bir tepki vermeyince bu kişinin ben olduğumu anladım ve sesimin zayıf çıkmaması için dua ettim.
"Ne demek 'öğrenmiş'?"
Deacon gergin ve kısık bir sesle cevap verdi.
"Orduyu artık o da biliyor ve eğer bir an önce saldırıya geçmezsek bir daha şansımız olmayacak."
"Ama, Carter haklı. Henüz hazır değiliz."
Marcus artık bizden sıkılmış gibi içini çekti ve konuştu.
"Yanılıyorsunuz. Herşeyi hazırladık."
Ardından eğilip masanın üzerinden bir parşömeni aldı ve bize doğru gösterdi.
"İçeri nasıl sızacağımızı, Riley sayesinde biliyoruz. Ve tabii Logan'ın saldırı esnasında nerede olacağını da."
Bir anda odada ki herkes Riley'e döndü.
"Hey! Bana öyle bakmayın."
Gözlerimi devirip ofladım.
"Lütfedip anlatırsan sana öyle bakmayız aptal."
Riley sırıtarak uzandığı koltukta doğruldu. Sırıtırken ağzındaki bir dize sivri dişi görmemle bir adım geri kaçmam bir oldu. Neyse ki korktuğumu kimse farkına varmamıştı.
"Pekâla tamam. Bunu sadece bir kez anlatacağım o yüzden iyi dinleyin. Ordu sağ ve sol kanatlardan saldırdığında açıkta kalan en zayıf nokta ormanlık taraftaki sınır telleri. Mia telleri parçalayacak ve bizi içeri sokacak. Daha sonra sınır kapısındaki iblisleri halletmelyiz ve ardından depoya ulaşmalız. Bunun için Akit'in içindeki eski patika yolu kullanacağız." Sinsice sırıttı ve ekledi. "Orası kör nokta. Bizi izleyemezler."
Carter Riley'e doğru bir adım attı ve beni arkasına aldı.
"Dur bakalım. Depoya neden gidecekmişiz ki? Bizi ordudan ayırıp Kronos'a teslim etmeyeceğini nereden bilelim. Sana neden güvenelim? Sonuçta içimizden biri ordu kurduğumuzu Kronos'a iletmiş olmalı. Oraya girebilecek tek kişide sensin."
Riley sinirli bir şekilde ayağa kalktı. Şimdi ikisi de etraflarına keskin bir öfke ve testesteron yayıyorlardı.
"Ne ima etmeye çalışıyorsun, Carter?... Bırak da bana neden güveneceğini sana anlatayım. Seni ve Mia'yı o lağım çukurundan kurtaran kişi bendim. Ve şimdi de size savaş planınızda yardım ediyorum. İster inan ister inanma, savaşı kazanmak için o depoya ulaşmamız şart."
Carter sımsıkı yaptığı yumruklarını serbest bıraktı ve geri Marcus'a döndü. O masvami gözleri öfkeden siyahımsı bir laciverte dönmüştü.
"Beni, Mia kurtardı." diye dişlerinin arasından bir nevi hırladı.
Bir süre sonra bu tartışmaya bir son vermem gerektiğini anladım ve Carter'ın arkasından sıyrılıp Riley'e yaklaştım.
"O depoda ne var, Riley?"
Gülümsedi. Tekrar eski ve muzip haline geri dönmüştü.
"Logan'ı yalnız yakalama fırsatı... O, hıyar her gece depoya gider. Depoda ne yapıyo biliyor musunuz?... Kronos'un yanında çalışan iblisleri besliyor. Kronos New York Akit'ini ele geçirdiğinde bazı safkan ve melez muhafızları öldürmek yerine esir aldı. Şimdi ise her gece sırası gelen bir muhafız iblislere yem oluyor. Eh, o kadar iblisi doyurması kolay olmasa gerek."
Cümlesini bitirir bitirmez omurgamdan yukarı buz gibi bir ürperti tırmandı. Ama şimdi bunun sırası değildi. Marcus'a dönüp konuyu değiştirdim.
"Peki, Kronos'un orduyu öğrendiğini nereden biliyorsunuz?"
Marcus'un yeşil gözleri benimkilerle buluştu.
"Bu öğlen bir Furi kampüse mesaj getirdi."
Kaşlarımı çattım. Furiler güvercin gibi mektup taşıyabilecek canlılar değillerdi. Çünkü onların yaptıkları tek şey katledip öldürmekti.
"Mesaj mı? Bir Furi mi?"
Marcus Deacon'a bir işaret yaptı ve Deacon masada duran uzaktan kumandanın kırmızı tuşuna bastı. Ofisin panjurları otomatik olarak yavaşça açılırken usulca mırıldandı.
"Gelip kendiniz görün."
Carter'la kısa bir süreliğine bakıştık. Ardından tedirgin adımlarla pencere pervazına doğru ilerledim. Carter'da arkamdan geldi. Panjurlar tamamen açıldığında kapmüse doğru kaçamak bir bakış attım ve çığlığı bastım. Kalbim güm güm atarken panikle geriye bir adım attığımda bacağımın yan tarafını sandalyeye çarptım. En sonunda Carter beni omuzlarımdan yakalayıp kendi gövdesine çekti ve dışarıyı görmemem için camın önüne geçti.
"Sakin ol. Yok birşey, Αυτο μοu."
Manzara tek kelimeyle dehşetti. Kampüsün orta yerindeki dev sokak lambasından, üç tane ceset sarkıyordu ve sadece bu kadar da değildi. Cesetlerin birinin kafası yoktu, birinin belinden aşağısı ve diğerinin de önemli uzuvları yoktu. Bedenlerinden oluk oluk kan akıyordu ve her birinin üzerinde pençe ya da diş izleri vardı. Hemen üzerlerindeki lambayla bitişik olan tabelaya ise kan ile bir şekil çizilmişti. Mızrak ve etrafına dolanmış bir kobra. Yani Kronos'un sembolü.
Yüzümü Carter'ın göğsünden kaldırmaya cesaret edemiyordum. Bu yüzden de Marcus konuşurken ona veya başka biriyle göz teması kurmadım.
"Malesef zarar gören avcı sayısı sadece üç değil."
Kalbim hop etti. Eğer daha fazla ceset görürsem yediğim herşeyi oracıkta çıkarabilirdim.
"Ordumuzda sadece 180 asker kaldı."

Veeeeee bölüm sonu. Bu bölümdende bu kadar. Bölümün aşırı derece geç geldiğini farkındayım ve tekrar özür diliyorum. Ama lütfen oylarınızı ve tabiki yorumlarınızı eksik etmeyin. Ve sanırım finale son iki bölümümüz kaldı. Bu yüzden herşeyden çok OYLARA VE YORUMLARA İHTİYACİM VAR. Lütfen üsenmeyin. Sizi coooook seviyorum:))))

Melezin GölgesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin