Ailemi özleyerek acı çektiğim gün sayısını bilmiyorum ama bu korkunun her tonunu tattığım yerde tam 5 yıl geçip gitti. Evet hala hayattayım çünkü bu beş yılda öğrendim ki burada bana söylemedikleri bir kural daha varmış , ölmek yasak. Ama ölmekten beter etmek serbest. Bugün yine uzun zamandır uyumadığım için nihayet derin bir uykuya dalmışım. Aslında hem uykumda birinin beni öldüreceğinden korkup hem de birinin beni uykumda öldürmesini isteyecek kadar acayip biri haline geldim. Sanırım şu an ne yapacağını bilmemek ve ne olursa olsun artık denen noktadayım. Uzun zaman sonra babam ve annem yine rüyama girmiş ve beni ağlamak isteyipte ağlayamadığım bir ruh halinde bırakmışlardı. Oysa rüyamda babamla sözde basketbol oynarken, babamın benim küçük parmaklarımla tutamadığım, tutsam bile atamadığım basketbol topuna bakıp kahkaha atması ve annemin bu duruma sinirlenip elimden topu alıp meşhur turnike atışını yapması üstüne babama zafer sırıtışı yapmasıyla beraber gülüyorduk. Babam o gün elini kalbine götürüp burayı bir kere daha fethettiniz hanımefendi demişti. O zamanlar ne demek istediğini anlamamıştım ama şimdi işlediğimiz derslerden anlıyorum ki annem babamın kalbinin topraklarını ele geçirmiş.
Bu beş yılda benimle birlikte tabi ki bir çok şey değişmişti. Her birimizin ayrı birer öğretmeni olmuştu. Zaten en küçük ben olduğum için bir tek benim öğretmenim yokmuş. Bir gördüğüm mahzen eziyetinden sonra bana da bir öğretmen tahsis edilmişti. Bilin bakalım benim öğretmenim kim. Antony sanki koskoca mahzende başka kimse kalmamış gibi Antony beni öğrencisi olarak seçmişti. Babamın yadigarını bizzat eğitmek istediğini ve onun en değerli emaneti olduğumu söyleyip duruyor. Emanet olarak ben her kesten dört saat fazla ders görüp birde üstüne her gün bir tomar dayak yiyorum ve başarılı olamadığım her derste aç bırakılıp dayak yediğimde yaralarımı kendim sarıyorum. Böyle emanet baş tacı. Her zaman güçlü olmalıymışım, her zaman en iyisini yapmalıymışım, Yoksa burada hayatta kalamazmışım falan filan. Belki de kalmak istemiyorumdur. Ben kimseye soru soramıyorum ama biri bana bence ne istediğimi sorabilir. Benim şahsen iznim var. Ama yok sürekli ailemi düşünüp ayakta kalmaya çalışıyorum ama burası gün geçtikçe daha korkunç bir hal almaya başladı. Dövüş ve silah derslerinde en iyi performansı gösteren beş öğrenci o gün kendi odasına sahip olabiliyor. Evet bildiğiniz yataklı banyolu ve temiz bir oda. Ayrıca dışardan yemek isteme hakkını tanıyorlar. Tabi ki bu ayrıcalık bir gece için geçerli. Her gün bu ayrıcalığa sahip olman için her gün rakibini yenip poligon atışlarını hedefe çok yakın atman gerekiyor. Tabi ben bunlara ek olarak çakı kullanma dersi de alıyorum bay Antony derste beni zevkle kesip bağırıyor.
O odalarda kaç kere uyuma hakkı kazandın diye soracak olursanız, sormayın derim çünkü şimdiye kadar maksimum 3 kere filandır. On yaşında olabilirim ama hala hepsinden daha çelimsizim, erken doğmanın zararları. Yine de bay Antony cüsseme göre kuvvetimin oldukça iyi olduğunu söylüyor. Hızlı olmamda birebir dövüşte bana avantaj sağlıyormuş. Her zaman bana babama benzediğimi onun da çok hızlı ve kuvvetli olduğunu anlatıyor. "Büyüdükçe daha çok Atilla'ya benziyorsun" deyip duruyor. Bu da beni hırslandırıyor. Geçen gün bana "baban mezarında ters dönüyordur, şu hareketlere bak, sana öğrettiklerimi dinliyor musun acaba" deyince onu çakıyla bir güzel çizdim akan kana zevkle baktım. O da kolunun üst kısmına bakıp gülmeye başladı. Gözlerini kısıp başını aşağı yukarı sallamaya başladı. Sinsi ve zafer dolu bir gülüş tahminimce böyle oluyordu. Ardından "Aferin işte benim kızım" dedi ve dersi bitirdi.
Yorgun argın gecenin bir vakti geri döndüğüm mahzende kötü kokularla güzel bir rüyaya daldıktan sonra donuk bir sabaha uyanmıştım. Ağlamıyordum artık soracak olursanız gülmüyordum da. Ağzımın hareket etmesi için ya yemek yemem ya da dayak yiyor olmam lazım. Gün geçtikçe iri kıyım olan diğer çocuklara boş gözlerle bakıp içeri yemek atılmasını beklemeye başladım. Ve kapı açılıp içeri yine yedi poşet atıldı tahminimce içlerinde yine simit peynir vardı. Neyse ki menüyü değiştirme zahmetine giriyorlardı. İlk gün mat edip ekmeğini aldığım çocuk beş yıl içinde evrim geçirmişti. Artık yanına pek yaklaşmıyordum. Çünkü kızlardan çalmak daha kolay bir hal almıştı. Garip bir şekilde kızlar her şeyi boş vermiş kendi aralarında saç baş yolup sonra beraberce oje sürmeye başlıyorlardı. Böyle bir yerde oje nedir diye soramıyorum çünkü sormak yasak. Arada odaya çıkan kızlar dışardan oje istetmişler. Evet hepsi gerçek. Kumral olan kızın isminin Hercai olduğunu, iki esmerden uzun olanın adı Göz, kısa olanın ise adı Hale olduğunu öğrendim. Ve şu an karşımda her zamanki pişkinliğiyle oturan kıvırcık sarının ise adının Araf olduğunu öğrendim. Tabi ki sorarak öğrenmedim ona seslendiklerinde öğrenmiş oldum ama kızlar bizzat kendileri geldiler hatta oje teklif ettiler. İlk defa zevkle onları benzetmek istedim, bizim derdimiz ne onların ki ne. Suratlarına bile bakmadım. Anlamadığım şey birbirimizle yakınlık kurmamız yasak olmasına rağmen buradaki herkes Araf'ı lider olarak görüyor ve kızlar kendi aralarında grup şeklinde takılıyorlar.
Şu sıralar aklımın küçük bir köşesini işgal eden bir diğer olay ise Gölgenin yokluğu. Sürekli ortalarda olan arkadaş son üç senedir gerçek bir gölgeye dönüştü. Arada görünüp yine kayboluyor ve nereye gittiğiyle ilgili hiç bir bilgi verilmiyor. Öğrenci olarak Hercai kızı almıştı ama anlattıklarına göre sürekli göreve gittiğinden Altan abi Göz ile beraber ikisini eğitime alıyormuş. Tarih, matematik, fen vs. dersleri ise hep beraber bir sınıfta alıyoruz. Diğerlerinin aksine pek zorluk çektiğim söylenemez, zaten fiziksel kuvvet gerektirmeyen hiçbir şeyde zorlandığımı hatırlamıyorum.
Koza'nın elinden poşeti alıp onu yere attıktan sonra köşeme geçip simidimden bir ısırık aldım. Tam o sırada demir kapıdan gıcırtı sesleri gelmeye başladı. Kilit döndü ve kapı açıldı. Sonunda beni korkutan ama bir o kadarda güvende hissettiren soğuk bakışlı yeşil göz ( evet o herkes için gölge olabilir ama bana göre yeşil gözlü buz canavarı ) ile gözgöze geldik. Her zaman ki gibi soğuk bakışları ile içeri benim yaşlarımda bir çocuk getirdi. Çocuk bir tuhaf duruyordu. Üstelik gözlükleri de vardı. Kalın çerçeveli gözlükleri gözlerinin ardındaki korku ve merakı gizleyememişti. Yıllar önce bu odaya atıldığımda bende böyle görünüyordum demek ki.
Soğuk yeşiller bir süre daha bana baktı ve çocuğa "artık yaşayacağın yer burası" dedi. Hepimize dönerek çocuğun bir otizmli olduğunu ve bir takım garip hareketlerinin olduğunu, bunları isteyerek yapmadığını söyledi ve çıkıp gitti. Çocuk öylece kalakaldı. O sırada karşımda ki köşede keyfine bakan Araf ban bakarak pis bir sırıtış attı e ayağa kalktı. Yavaş adımlarla çocuğun yanına doğru yürümeye başladı. Tarih tekerrür edecekti. Bunun farkında olmak bana çok kötü hissettirdi. Sanki şu anda kapının orada duran benmişim de Araf bana doğru yürüyormuş gibi. Ne yaptığımı anlamadan ayağa kalktım, kapıya varıp çocuğun kolundan tuttuğum gibi kendi köşeme çekiştirmeye başladım. Ama çocuk bir türlü gelmiyordu. Dönüp geriye baktım arkamda bir adet şaşkın ve kızgın Araf duruyordu. Çocuğun diğer kolunu da kendi tutmuştu. Gözlerimin içine bakıp "napıyorsun çömez" dedi. Çenemi kaldırdım dişlerimi sıktım ve yıllar sonra bu haydutla sesimi paylaşmaya karar verdim. " Çocuk benimle geliyor" deyiverdim. Neden böyle dediğimi bilmiyorum ama hasta bir çocuğu bu canlı zebaninin eline bırakamazdım. Her ne kadar hastalığının ne olduğunu bilmesem de. Araf bir kere daha şaşırdı. Dudağı yana doğru kıvrıldı ve göz bebeklerinin böyle parlayabileceğini ilk kez bu gün gördüğüme yemin edebilirim. Sinsi sırıtışı ile yanıma doğru yaklaştı ama hala gözlüklünün kolunu tutmaya devam ediyordu. Yavaşça hareketlenip gözlüklüyü arkama almaya çalıştım artık kolu ondayken ne kadar alabildiysem. "Bak sen, bizim çömez konuşabiliyormuş." dedi. İyice dibime girdi. Ben tabi ki ondan santimlerce aşağıda kalıyordum ama bugün rüyamda annemle babamı gördüğüm için mi bilinmez kendimi acayip güçlü ve onlara kavuşamayacak olmanın verdiği hırsla çokça sinirli hissediyordum. Şimdi tam olarak istediğimi almak için savaşmak vaktidir. Aynı Antony amcanın söylediği gibi. "İste ve al, nasıl alacağın sana kalmış küçük Şah" deyip durduğuna göre vardır bir bildiği diye düşünüyorum. Karşımda olan kişinin Araf olması dez avantaj olsa bile denemeye değer çünkü ben yıllar sonra ilk kez bir şey istiyordum, bu çocuğu korumak bana yapılanı ona yapılmasını önlemek bu yüzden savaşta her şeyi mubah kılmaya karar verdim. Tam gözlerinin içine bakarak "bu senin için bir lütuf olmalı" dedim. " Sonuçta burada ki herkes gibi sende çenemi yormaya değmeyecek birisin" dedikten sonra karşımda bir adet kızgın boğaya dönmüş Araf duruyordu. Kızarmış gözleriyle kolunu boynuma dolamak için uzattı. Bu sırada gözlüklüyü bırakmıştı. Böylece çocukla beraber yana kayıp kolunu tuttuğum gibi arkaya kıvırdım hemen ardından işaret parmağını da gri doğru kıvırınca ağzından ufak bir inilti çıktı. Arkadan diz arkasına güçlü bir tekme attım fakat düşmedi, bir kere daha tüm gücümü kullanıp tekme atınca dengesini kaybedip diz çökünce kulağına doğru eğilip "çocuk benim" dedim. Bugün bu mahzende ki herkes artık dengelerin çabuk değişeceğini fark etmiştir umarım. Çünkü artık bende değiştim. "Hoşgeldin gözlüklü".
Arkadaşlar vote ve yorumlarınızı esirgemeyin ilk kitabım olduğu için ne kadar vote ve yorum o kadar teşvik :))) Ayrıca yazım hatalarım için kusura bakmayın çünkü word üzerinden yazmıyorum bu biraz sorun olabiliyor.
Hikayemizin gidişatı nasıl? fikirlerinizi yazarsanız çok mutlu olurum. Çok daha fazla hareket ve aksiyonun olduğu bölümlere çok az kaldı sevgiyle kalın...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YENİ NESİL CELLAT ( +18 )
Roman pour Adolescents" elimde ki çakıyı koluna geçirdim. Aksayan ayağımı savurup diz kapağına yandan bir tekme attım, yere çökerken benim ayağımı da kendisiyle beraber çekince beraber yere düştük. Onun üstündeydim alnımdan ve burnumdan akan kan onun yüzüne damlamaya baş...