Ben eşyalarımı toplarken, sahilde sadece üçümüz kalmıştık. Ava yaramaz gülüşüyle karşımda dikilmiş bana bakıyordu.
"Ne var, Ava?" diye çıkıştım. Sinir bozucuydu.
"Curtis'in partisine gidiyoruz, değil mi?" Yüzümdeki ifadeyi görünce yüzü düştü. "Curtis Brook, okul takımında olan."
"Üzgünüm, Ava. Oyunbozanlık yapmak istemiyorum ancak antika dükkanına gitmeliyim."
Joyce bikinisinin üstüne bileklerinin üzerinde bir elbise geçirirken sordu,
"Büyükannen orada olmayacak mı?"
Ailemden kalan bir antika dükkanımız vardı. Çin mahallesinin en hareketli yerinde, iki katlı tarihi bir binada Büyükbabamın seyahatlerinde topladığı antika ve değerli eşyaları satıyorduk. Çok fazla kazanmıyorduk ancak bu benim üniversitede rahatça okumama ve büyükannemin komşularıyla Briç partisi düzenlemesine yetiyordu."Briç partisi," dedim Joyce'a doğru. "Sabaha kadar sürecek bir Briç partisi. Bu yüzden bir an önce Çin mahallesinde olmalıyım."
Joyce ve Ava taksiye bindiklerinde derin bir nefes verdim. Benim aksime ikisi de hayat doluydu. Kendilerinden ve garip özelliklerinden memnundular.
Biri devasa bir yangından yürüyerek çıkmıştı.
Diğeri ise kargalar kraliçesiydi. -malesef Joyce kendisine böyle seslenilmesini istiyordu.- Joyce aynı zamanda karanlık biriydi. Bir keresinde bir çocuğun gözünü çıkarmıştı. Kargalarına emir vererek...
Ancak ikisi de her şeye rağmen okul takımındaki genç erkeklerin ev partilerine gidecek kadar hayat doluydular.
Tanrım...Çin Mahallesi her zamanki gibi insan kaynıyordu. Burası Peekshore'un kazanı gibiydi, sadece Asya değil Avrupa kıtasından da buraya yerleşen pek çok insana ev sahipliği yapıyordu. Büyükbabam da aramızdan ayrılınca sahil bölgesindeki evi satıp antika dükkanının ikinci katına yerleşmemiz için büyükanneme çok yalvardım ancak sahilde bir evin ve zengin komşuların daha çok işimize yarayacağını düşünüyordu.
Büyükannemin benden nefret etmediğini biliyordum ancak annemin ve babamın ölümünden beni sorumlu tuttuğu kesindi. Antika dükkanına girdiğimde elindeki çay fincanıyla beni bekliyordu,
"Willa, geç kaldın. Herkes oyuna başlamak için beni bekliyor. Sana çay yaptım, lütfen iç ve canlan." Kapıdan çıkarken son kez yüzüme baktı, "Tanrı aşkına, şu haline bir bak. Resmen çürüyorsun."
Gözlerimi devirirken cevap verdim,
"İyi eğlenceler!"
Sahilden bu yana hala ıslak olan saçlarımı yukarıda topladım ve sıcak çaydan bir yudum aldım. Evet, bu gerçekten iyi gelmişti. Tezgahın altından yeni aldığım aylık edebiyat dergisini çıkardım. Buraya postayla San Francisco'dan geliyordu. Peekshore'da bu kadar derinlemesine bir edebiyat dergisi bulmak imkansızdı. Neredeyse yeni çıkmış her kitabın önizlemesini yazıyorlar ve puanlıyorlardı. Aynı zamanda California genelinde edebi kesimdeki haberler hakkında makaleler yazıyorlardı. Okumak, çürümemi biraz olsun geciktiriyordu.
"Pardon?"
Bir anda beynim kısa devre yaparak durdu, kafamı kaldırıp tezgahın diğer tarafındaki adama baktım.
Beynime ek olarak bu sefer kalbim de durmuştu. Antika dükkanının kapısında açılıp kapandıkça çalan bir zil vardı ve adam karşımda dikilmesine rağmen zil çalmamıştı.Bu yeterince korkunç değilmiş gibi yine gözlerim olmaması gereken şeyler görüyordu.
Adam sanki kopyalanmışçasına çoğalmış, kopyaları vücudunun içine bir girip bir çıkıyordu. Neredeyse tezgahın diğer tarafındaki İncil'i adamın yüzüne fırlatmam gerektiğini düşündüm. O, Ava ve Joyce gibi biriydi ancak akli dengemi yitirtecek kadar ağır ve güçlü bir enerji taşıyordu.
"Pardon?" dedi tekrar.
Sakin ol, Willa. Adamın arkasında hareket eden kopyalar yok.
"Büyükbaba Lee'nin Antika Dükkanı'na hoş geldiniz. Size nasıl yardımcı olabilirim?" Sesim inanılmaz derecede gür ancak sakin çıkmıştı. Adam bana doğru eğilip konuştu, ağzından çıkan sigara kokusu yüzüme yayıldı,
"Sokaktan geçiyordum ve şu duvarda asılı yeşil taşlı kolyeyi gördüm. Değeri ne kadar?" Adam kendi kendine güldü, "Gerçi önemli değil, ne kadar olsa veririm."Tanrım, Willa! Adamın arkasına, o aptal şeylere bakmayı kes!
Adam yüzüme gerektiğinden daha fazla yakınlaştı, çok yaşlı gözükmüyordu. Belki otuzlarının başındaydı. Antika dükkanının loş sarı ışığında net görebildiğim tek şey adamın kopyalarının vücuduna girip çıkmasıydı.
"Ne diyorsunuz?" diye sordu. Kendime gelip cevapladım,
"Bu kolye Afrika kabilelerinin birinden geldi. Yeşil tılsım adıyla geçer. Sanırım pagan kültürünün bir parçası, büyülü olduğuna inanılır." Ancak büyükbabam vasiyetinde bu kolyenin satılmamasını istemişti. Nedenini bilmiyordum ve umrumda da değildi.
Adamın bu kolyeye istediğim kadar para vereceğine emindim ama satamazdım.
"Üzgünüm, başka kolyelere bakmak ister misiniz? Bu satılık değil. Başka pagan kültürüne ait kolyelerimiz var."
Adam yüzünü buruşturdu,
"Sorun fiyat mı? Ne kadarsa iki, hatta üç katını veririm."
Omuz silktim,
"Üzgünüm, Efendim. Satılık değil."
Adamın arkasındaki garip şeyler hızlanmıştı ve kendimi çok rahatsız hissediyordum.
"Bakın," dedi adam kartını uzatırken. Sigarasını çıkardı, "Tüm hafta boyunca şehirde olacağım ve eğer teklifimi düşünürsen..." Başımı salladım. Adam seri bir şekilde kapıdan çıktı. Zil çalarken, yüzümü ellerimin arasına aldım. Bozulmuş olabileceğini düşünmüştüm ancak adam çıkarken çalması beni deliliğe sürüklüyordu.
Adam kesinlikle kapıdan girmemişti, camdan giremezdi. Onun boyutundaki biri için camlar fazla küçüktü.
Adam öylece belirivermişti.York kapıdan koşarak içeri girdi,
"Aman Tanrım, sen iyi misin? Adamı içeri girdiğinden beri izliyorum. Yüzün şekilden şekile girdi. Sana sarktı mı, seni tehdit mi etti?"
York Edwards ailesiyle birlikte karşımızdaki Çin lokantasını işletiyordu. Bu yaz sonunda üniversiteye kayıt olmak için Teksas'a gidecekti. York çocukluk arkadaşımdı, özel durumumu, Ava ve Joyce'u bilen tek kişiydi. Konuşmaya dükkanda devam etmenin bir anlamı yoktu,
"Antikacıyı kapatıp, partiye gidiyoruz. Hemen!"Beğenmeniz dileğiyle... :)
Görsel kaynak: weheartit
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Service
TeenfikceWilla Blade'in bir özelliği var. Gözleri... Görmemesi gereken şeyleri gören kapkara iblis gözleri. Willa Blade bir anahtar ancak doğru kapıları açıp Şeytan'a güzel bir servis yapabilecek mi? Üç 'sıradan' kızın cupcake tadındaki ıslak ve yoğun hayatl...