Vardığımda saat 11’i gösteriyordu. Bu saatte müdür orada olmazdı tabi ama Selim Abi vardı. Kim işe girer, kim çıkar o bakardı. Sabah konuşmaya niyetlenmiştim ama kendimi tutamayıp yanına gittim. –hayırdır- anlamında yüzüme baktı;
-Abi, ben senle bir şey konuşmak istiyordum.
-Buyur.
-Ben işten ayrılmaya karar verdim.
-Neden?
-Benim fikirlerim farklı be abi. Burası bana göre değil.
-Şimdi mi söylenir bu? Bu saatte çalışacak adamı nerden bulayım?
-Sabaha kadar çalışacağım abi.
-Ulan 4 aydır iş öğretiyoruz sana. Bu mu karşılığı…
Selim abi epeyce kızmıştı. Sabaha kadar sitemli bir yüzle baktı yüzüme. Yine çok fazla iş olmadı fakat hayatımın en uzun gecesiydi. Ne zaman göz göze gelsek gergince bana bakıyordu. Televizyon izlemek için içeri girdiğimde, dışarı çıkıp sigara içiyor benden kaçabildiğince kaçıyordu. Bana bu tavrı sergilediği için onun kafasını patlatmak istiyordum. Bizim gibi tulum giymezdi. Sıska, uzun boylu bir adamdı. Saçları sarı ve seyrek, burnu uzun, kafası küçüktü yani kavga etsek onu hiç zorlanmadan yere serebilirdim ama şu yaşıma kadar kavga pek başvurduğum bir yöntem olmadı. Olabildiğince sabrediyordum ve bana böyle yapmasını anlamaya çalışıyordum. Bana emek vermiş olabilirdi ama konservatuarda 3 sene okumuş birinden pompacı olamayacağını çoktan anlaması lazımdı. En sonunda yorgun yorgun güneş ağardı. Sabah 8’de diğer pompacı Cem gelecekti. Bugün erken gelir diye dua ediyordum.
Saat 7.40’da Selim abi muhasebeciyi aradı. Trafikten doğru geç geleceğini söyledi. Selim abi benimle son bir kez daha konuşmak istiyordu fakat çalıştığımız dönemde huyumu gayet iyi öğrenmişti.
Daha önce, burada kahvaltı etmemen konusunda tartışmıştık. Söylediği onca söze, kaydığı onca fırçaya rağmen ben kendimi değiştirmemiştim. O da yeni bir eleman yetiştirecek cesareti kendinde bulamıştı. O yüzden, kafama bir şeyi koyarsam yapabileceğimi çok iyi biliyordu.
Muhasebeci geldikten sonra bana peşinden gelmemi söyledi ben de öyle yaptım. Selim abi de bizimle geldi.
Yazıhaneye girdik. Muhasebeci önce oturup benimle sohbet etti. İşten niye ayrıldığımı sorup, bir daha düşünmeyi teklif etti. Kararımın kesin olduğunu öğrenince kasayı açıp bana 500 lira verdi ve önüme boş bir kâğıt koydu. Kâğıdın üzerine; “İş yerimden kendi isteğimle ayrıldım. Alacağım yoktur.” Yazıp imzaladım. Her şey bu kadardı. Dostça bir şekilde muhasebecinin elini sıktım. Selim abiyle ve mesaisi başlayan diğer insanlarla vedalaştım.
Soyunma kabininde üstümü çıkarırken sanki kıyafetlerimden daha fazlasını ayırıyordum bedenimden. Tulumu çıkardıktan sonra yavaşça katlarken buradaki günlerimi düşündüm. Yeni bir hayata başlamanın hafifliği vardı üzerimde. O tulumu çıkarmış olmama çok büyük anlamlar yüklüyor bunu hayatımın dönüm noktası olarak görüyordum. Kıyafetlerimi giyerken de aynı heyecanı içimde korumaya devam ediyordum. Yüzümde şaşkın bir ifadeyle daima gülümsüyor, bunun hayatımın en doğru kararı olduğunu düşünüyordum.
Soyunma kabininden çıktıktan sonra benzincideki en huzurlu yürüyüşümü gerçekleştirdim. Gelen arabaları görüyor, hiç birine doğru yönelmiyordum. Bu beni çok mutlu ediyordu.
Benzinciden ayrıldıktan sonra yol boyunca yürümeye başladım.100 metre kadar ileride otobandan çıkış yolu vardı. Yanımdan vızır vızır arabalar geçerken, bundan sonra başımdan nelerin geçeceğini düşünerek yoluma devam ettim. Çıkış yolunu geçtikten sonra kahvaltıcıların bol bulunduğu caddeye doğru yöneldim. Seyyar tezgâhlarda ekmek arası kahvaltı satılıyordu. 3 liraya ekmeğin arasına peyniri, zeytini, sucuğu, salamı, vb dolduruyorlardı. Aslında oldukça pratikti fakat damak zevkime hitap etmiyordu. Seyyar pratik kahvaltıcıların yanında geçip caddeye girdim. Yolun sol tarafından yürümeyi tercih ettim. Sağ taraftaki ilk dükkân kebapçıydı, onun yanında giyim mağazası vardı. Benim yöneldiğim sol taraftaysa ilk dükkân bir kafeydi. Beyaz bir tahtanın üzerine “kahvaltı tabağı 8 TL” yazıp dükkânın önüne koymuşlardı. İlk bakışta bu ilgimi çekti fakat bunu yapmak istemiyordum. Eğer yapmak isteseydim eve giderdim ki eve gidememe nedenim anneme nasıl işten ayrıldığımı açıklayacağım konusunda net bir fikrimin olmamasıydı, ayrıca ajansa da uğrayacaktım. Bunları düşünürken kafamı kaldırdığımda bir börekçinin tam karşısında olduğumu fark ettim. Basamakları çıkarak içeriye girdim. Beyaz önlüklü adam beni; “ Hoş geldiniz.” Diyerek karşıladı. “Bir porsiyon kıymalı börek” diyerek ilerledim. Tamamlanmamış cümleler, günümüzde oldukça modaydı. Yüklemleri oldukça gereksiz görüyor, mecbur kalmadıkça kullanmıyorduk. İlk masada kahverengi montlu biri oturuyordu. Böreğini üfleyerek yiyor, masayla arasında iki cm boşluk bırakacak şekilde oturuyordu. Onun yan masasında bir çift vardı. Birbirlerine börek yediriyorlardı. Biraz daha ilerledim. Kahverengi montlunun arkasındaki masada doluydu. Orada 4 öğrenci oturuyordu. Dün akşam kaçta yattıklarını konuşuyorlardı. Onların yanındaki masa yani çiftin arkasındaki masa boştu. Oraya oturdum. Bir süre etrafa bakındım. Duvarda Manisa haritası asılıydı. Onun solunda veresiye alan batmış esnaf, peşin çalışan havaya para atan esnaf tablosu vardı. İkisinin ortasının üstünde beyaz bir saat vardı. Ben etrafı süzerken bordo önlüklü çocuk bana seslendi; “ Yanında ne içersiniz?” Yine yüklemsiz cümle kurdum. “Açık çay.” Böreği hızlıca yedim, çayım henüz bitmediği halde kalktım. Kasaya yöneldim;
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hasbelkader
Ficção GeralHerkes istersen hayallerin gerçekleşir diyordu peki gerçekten öyle mi? Hayatımız bir kil gibidir ve biz ona şekil veririz diye yazmıştı dedektif Louis. Küçük bir İstanbul hikayesi, kırık bir aşk minyatürü, sıkışmış bir insanın ikilemleri bu romanı...