Parkta son bahar temalı bir yalnızlık tablosu vardı adeta. Bu çıplak ve edepsiz yalnızlığa rağmen güzel sayılabilecek bir hava vardı, güneş sırtımızı okşuyor kendimizi yalnız hissetmemize engel olmaya çalışıyordu. Parkın tam ortasındaki bir banka oturmuş serap’ı bekliyordum. Üzerimde siyah montum, kahverengi pantolonum vardı. Cep telefonumu avucumda çeviriyor ajanstan gelecek telefonu bekliyordum. Bazen yerdeki bir nesneye gözlerimi kilitletip dikkatle bakıyor sonra o nesneyi görmemeye başlıyor, hayallerle dolu bir yolculuğa çıkıyordum. Meyve suyu şişesiyle başlayan yolculuğumu tamamlayıp yüzümü kaldırıp baktığımda Serap’ın bana doğru geldiğini gördüm. Üzerine kırmızı bir elbise, altına rugan ayakkabılar giymişti. Saçlarını açmış ve dalgalandırmıştı. Gözlerine siyah kalem sürmüş, hafif bir makyaj yapmıştı. Gözlerimi ona bakmaktan alamıyor ve yerinden kıpırdatamıyordum. İlk gördüğümde bile bende böyle bir etki bırakmayan Serap şimdi kelimenin tam anlamıyla aklımı başımdan almıştı. Bana iyice yaklaştıktan sonra gülümseyerek “Merhaba” dedi. Selamına karşılık verirken sadece gamzesine bakıyordum. Bir insana gamze ancak bu kadar yakışabilirdi. Parkta yürümeye başladık, bu sırada havadan sudan konuştuk derin mevzulara girmedik. Parktan çıktıktan sonra bildiğim çok güzel bir mekâna girdik. Kafenin etrafında başka bir dükkân yoktu bu yüzden bahçesi genişti. Tahtadan basamakları çıktıktan sonra siyah yeleğinin içine beyaz gömlek giyen garson bize yolu gösterdi. Hava soğuk olduğundan dolayı doğrudan içeriye geçtik. Üst kata çıkıp, pencere kenarında bir yere oturduk. İçeride çok fazla insan yoktu ve bu benim rahat rahat konuşabilmem için mükemmel bir ortamdı. Onunla konuşurken gözlerinin içinden başka bir yere bakmıyordum. Etrafta kimseler olmadığı için, kimsenin bakışlarından da rahatsız olmuyordum. Bu durum bana bir rahatlık veriyor, dilediğimi söyleme hürriyetimi avuçlarımın arasına sıkıştırıyordu. Onunla gerçekten mükemmel anlaşıyordum ama birazdan söyleyeceklerimle her şeyi mahvedecektim. Bazen bunları söylememem gerektiğini düşündüm ama söylemek ve hikâyeyi daha fazla uzatmadan sonlandırmak mecburiyetindeydim. Onun üniversite yıllarını konuşurken bir anlık sessizlikten istifade edip konuya girdim.
-Ben benzincideki işi bıraktım.
-Hadi ya. Neden?
-Başka şeyler var kafamda.
-Neler mesela?
-Ben konservatuar okuyordum ya. İşte oyunculuğa devam edeceğim.
-A Harikaymış! Peki, nerede oynayacaksın.
-Bir ajansa yazıldım. Oradan bir telefon bekliyorum.
-Ajansta bekleyen çok insan vardır. İnşallah şanslı insan sen olursun.
Serap, “Sen işsiz, güçsüzsün. Seni terk ediyorum!” demedi. Ben de “Bak benden sana koca olmaz” diyemedim. Dolayısıyla hayatımdan çıkarmayı düşündüğüm insana daha da çok yer açıyordum. Bunun önüne geçmeye teşebbüs bile edemiyordum. Okuduğu kitaplardan, sevdiği yemeklerden, izlediği filmler ettiğimiz sohbetler çok havada kalmıştı. En sonunda doğru konuyu bulup, çocukluğumuzu konuşmaya başladık. Aynı evlerin duvarlarına yaslamışız sırtımızı da fark edememişiz birbirimizi onca zaman. Aynı merdivenin, aynı basamaklarından aynı süratle çıkmışız, aynı gökyüzüne bakıp belki de aynı şeyleri geçirmişiz aklımızdan fakat tanışmak için böylesine beklememiz gerekmiş. Serap’ta geçirdiğim ilk günde kafamdaki pek çok önyargıyı yerle bir etmeyi başarmıştım. Dedektif Louis’le başlayan değişim serüvenim son sürat devam ederken yelkenlerime bir de aşk dolmaya başlamıştı. Çıktığım bu yolda daha da ümitle ilerlemeye, kendimi daha da kaptırmaya devam ediyordum.
Serap’la o günden sonra üst üste 3 gün daha buluştuk. Artık elini tutmaya hatta tenhalarda dudaklarından öpmeye de başlamıştım. Bazen annemin misafirliğe gittiği zamanlarda ona eve gitmeyi bile teklif ediyordum. Niyetimi öylesine belli etmiş olmalıydım ki, bu tekliflerime hiçbir zaman olumlu cevap vermiyordu.
Bu kısacık günlerimizde ömrümün sonuna kadar hep aklımda kalacak pek çok şey yapmıştı. Ayakkabılarının bağcıklarını çoğu zaman bağlamazdı. Eğilir, yavaş yavaş bağlar, bağlarken de o güzel bileğini iyice kavramayı hiç ihmal etmezdim. Gözlerinin içinde uzun süre baktığım zaman hemen gülümser sonra bakışlarını yere çevirirdi. Dudağından öptüğüm zaman kulaklarına kadar kızarır, sonra da utancından sıyrılıp omzunu omzuma sürterdi. Öpüşürken arada sırada gözleri açar, gözlerimizin kapalı olup olmadığını kontrol eder hep de açıkken yakalar sonra telaşla öpüşmeyi bırakıp niyetimin farklı olduğuna dem vururdu. Tüm bu yaşadığımız 3 günlük macera ömrümün en güzel günleri olarak hafızamda durur.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hasbelkader
Ficção GeralHerkes istersen hayallerin gerçekleşir diyordu peki gerçekten öyle mi? Hayatımız bir kil gibidir ve biz ona şekil veririz diye yazmıştı dedektif Louis. Küçük bir İstanbul hikayesi, kırık bir aşk minyatürü, sıkışmış bir insanın ikilemleri bu romanı...