Bölüm Şarkısı: Evanescence- My Immortal
Her zamanki kıyı şeridi boyunca bir aşağı bir yukarı yürüyüp duruyordum. Yol kenarında rastladığım simitçiler artık beni tanır olmuştu.
Ne bir tebessüm vardı rengini yitirmiş yüzümde ne de bir insani belirti. Yaşıyordum yaşamasına da bir şeyler eksikti benliğimde. Yazmıyordum. Artık sonsuza dek bırakmıştım yazmayı çünkü küsmüştü kalemim tıpkı küsen diğer her şeyim gibi..
Her sabah bir bahaneyle kendimi attığım bu deniz kıyısı ikinci evim olmuştu adeta. Son bir aydır her sabah ufukta beliren gemilerde onu aramıştım, son bir aydır her dakika gökyüzünü esir alan uçaklarda onu beklemiştim. İşin kötü yanıysa gözüme takılan her yüzde onu bulmuş ve özlemekten yorulan benliğimi doyurmaya çalışmıştım. Onu beklemek mi daha zordu yoksa asla affedilmeyen bir suçu affetmeyi dilemek mi?
"Bir ay.." diye mırıldandım yerden aldığım son çakıl taşını da denize fırlatırken. Deli gibi görünmek umrumda değildi hatta kendi kendime konuşmak da. Zihnimi ele geçiren seslere esir olmuştu kelimelerim.. Şimdi onlardı benim sesim ve yine onlardı benim sonsuz sessizliğim.
Uzun uzun baktım ufuktaki bir gemiye, sessiz bir ilerleyişi vardı. İçinde ne hayatlar vardı kim bilir; belki özleyenler, bekleyenler ve asla dönüşü olmayan bir kararın ızdırabını yaşayan kayıp ruhlar..
Belki de o gemideydi mavi gözlü piyanist. Kim bilebilir ki? Fransa'dan sonsuza dek ayrıldığım o gece bir daha kimseyle görüşmemiştim. Bir daha tek bir Fransızca kelime işitmemiştim. Sonsuza dek kapatmıştım ben kendimi bu dile. O benim duygularımı anlatamayacak kadar dilsizdi artık.
Doğru düzgün yemediğim için verdiğim kiloları ve eriyip tükenen suratımı artık aynada önemsemiyordum. Hayat devam ediyordu, biliyordum. Ama eksikti işte. İlk aşkın benden alıp götürdüğü bir gurursuzluk vardı hala dolaşmaya devam eden ama artık eskisi gibi hızlı akmayan kanımda.
Gökyüzü güzel bir maviyi terk edip griye döneli tam bir ay olmuştu. Ne bir eksik ne bir fazla. Kolumdaki saate baktım umarsızca. Saate bakmazdım ben hatta saat de takmazdım. Geçip giden zaman umrumda da değildi. Sadece kaybedişimin birinci ayını anmak ve yitirdiğim parçamın yasını tutmak içindi bugünkü değişikliğim.
Saat dörde vurmadan önce son kez derin bir nefes aldım ve içli bir biçimde bıraktım beni kendine bağımlı eden o son soluğu.
"Dört."
İşte tam o saniyede yumdum gözlerimi bir daha açmamak istercesine. Dünya güzelliklerle dolu değildi artık. Baktığım her yerde mutlu suratlar göremiyordum. Kaybolmuştu güneş ışığı, tenhalaşmıştı ruhum. Geride bıraktığı parçası için akıtacak gözyaşı kalmamıştı.
Gözlerimi tekrar açıp geride duran banka geçip oturdum. Kalabalıkların var olduğu ama benim kimseyi duyamadığım zaman dilimlerinden birinde tutsak kalmıştım yine. Öylesine büyük bir gürültü vardı ki zihnimde, asla affedilemeyecek bir suç masaya yatırılmış ve asla affedilemeyecek bir suçlu ellerindeki kelepçelerle dikiliyordu orada.
Onu savunmaya çalışan bir yanım hararetle konuşmayı sürdürürken diğer köşede sert mizaçlı ben kesin bir dille davayı piyanistin aleyhine sonuçlandırmaya çalışıyordu.
O da oradaydı. Bir aydır her bakışta kısılan o güzel mavi gözlerinin sonsuzluğunu tatmadığım güzel piyanist.. Elindeki kelepçeye rağmen dik duruşu ve insanı kendine hayran bırakan kesintisiz özgüveniyle o tam bir şaheserdi, Tanrı'nın elinden çıkmış en iyi eser..
Kafamın içinde dönüp duran bu amansız savaşı görmezden gelmeme sebep olabilecek kadar güzel bir müzik işittiğimde hala banka oturup denizi izlemeye devam ediyordum geçen dakikaları saymayı unutarak.
İşte yine cennetin saklı harmonisi kendini özgür bırakıyordu. Onun istediği bendim, kalan parçamı da almak için kaçmıştı kendi cennetinden.
Gözlerimi yummaya korkarak dinledim o sesi. Uzaklardan gelen bir piyanonun insanı geçmişe götüren o dramatik sesi önce hafifçe çarptı tenime. Sanki aradığını bulmuş gibi sokuldu bedenime, saniyeler içinde vardı yenik düşen kalbime. İşte yine oradaydı, olması gereken ama kısa bir süreliğine uğradığı o kalpte yine tıpkı aylar önceki gibiydi.
Yıllar kadar uzun bir zaman diliminde çevirdim başımı sesin geldiği yöne. Bulacağımın o olmadığını bilecek kadar yerindeydi bilincim ve aradığımın o olduğunu fark edecek kadar da hayattaydım hala.
Bankın üzerine gelişigüzel bırakılmış bir telefondan kaçıp kurtulan bir piyanonun sesiydi beni iç dünyamdan çekip çıkaran. Tıpkı aylar önceki gibi yine kurtarıyordu beni varlığımın amansız sefaletinden. Telefonun yanında oturan genç bir adam vardı. Başındaki siyah fötr şapka hafif öne eğilmiş ve yüzünü batan güneşin karşısında büyük bir karanlığa teslim etmişti. Elleri kucağında kenetli biçimde duruyor ve uzun parmakları bir daha asla ayrılmamak üzere birbirine dolanmış sessizce bekliyordu denizi izleyen sahibini.
Üzerine tam oturan beyaz yarım kollu bir tişörtü vardı ve telefonunun yanına bıraktığı siyah bir ceket. Altında yine aynı siyah pantolonu ve tüm bu giyimi tamamlayan siyah gösterişli ayakkabılar.
Biçimli burnu profilden her zamanki kadar kusursuz görünüyordu, o Nick'ti. Buradaydı. Kısılı gözlerinin etrafı hafifçe kırışmış, telefonundan etrafa yayılan piyano sesi çoktan son bulmuştu.
O, buradaydı. Gözlerimi tekrar tekrar açıp kapattım ve rüyanın bitmemesini dileyerek beklemeye devam ettim.
Bütün öfkem saniyeler içinde eksilmiş, kaybettiğim ne varsa ona olan özlemimle unutturmuştu yokluğu. Nasıl olabilirdi bu? Tam bir ay tek bir kez arayıp sormayan, kibirli ve asla yenilgiyi kabullenmeyen bu güzel adam nasıl olur da buraya gelebilirdi?
Kalbime dolan umutla yerimden kalktım. Beni fark etmedi, kim bilir belki de sadece fark etmemiş gibi davranıyordu. Ona yaklaşmak için attığım her adımla ondan daha da uzaklaşıyordum. Oradaydı, işte oturuyordu. Tıpkı onu gördüğüm ilk günkü kadar kusursuz ve tıpkı onu gördüğüm son günkü kadar dik başlıydı hala.
Pes etmeyerek attım adımlarımı birbiri ardına. Çoğu kararsızdı, birkaçıysa sitem dolu. Yüzüme yapışıp kalan hüznü silmek istedim ona giderken, olmadı. Yapamadım. Tüm suçunu affetmek istedim, başarısız oldum. Kalbimin zincirlediği adam özgür kalmak için çırpınırken vereceğim tepkiden korkarak vardım yanına.
Dilimin ucunda onu kırmak için hazır bekleyen kelimelerim, gözlerimde günler önce bitip tükenmiş gözyaşlarım ve bedenimde sıkışıp kalmış o çaresizlikle geldim tam karşısına.
Önce bekledim sadece, gelecek ufak bir cesaret kırıntısıyla kusabilirdim tüm geçmişimi ona, oysa olmadı. Hiçbiri olmadı. Varlığını hatırlamadığım bir gözyaşı yanağımdan süzülüp aktı ve genç adamın asla açılmamak üzere kenetli parmakları yüzünü gölgede bırakan şapkasına gitti. Ölüm sessizliğini andıran bir sessizlikten sonra şapka çoktan özgür bırakmıştı sahibinin güzel dalgalı koyu renk saçlarını.
"Nick.." diye fısıldadım sanki bu ismi yıllardır söylememişçesine çekingen ve uzak bir biçimde.
Tuttuğum soluğumu serbest bıraktığımda alışık olduğum aksan, nazik bir Türkçeye bıraktı yerini.
"Affedersiniz, biriyle karıştırdınız sanırım."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PİYANİST
Teen Fiction"Senden nefret ediyorum." dedim bunu neden söylediğimi bilmeden. Sadece söylemek istemiştim, çoğu zaman yapardım bunu "Biliyorum." dedi usulce. "Biliyorum." Ellerini başından çekti ve gözlerini üzerime dikti. Göz bebekleri büyümüştü ve mavi gözlerin...