Bölüm Şarkısı: The Script-The Man Who Can't Be Moved (Bu şarkı dünyanın en iyi arkadaşına ithaftır. )
Gözlerim masanın üzerindeki takvimi bulduğunda iç geçirdim. Öylesine bir iç geçirmeydi bu. Nefret yoktu içinde, sevgi de. Boştu. Bir anlık paniğin verdiği sıradan bir sesti işte.
16 Kasım..
Takvimde bu tarihi çevreleyen kırmızı halka nasıl da büyük bir mutlulukla konulmuştu bir zamanlar oraya. Oysa şimdi sadece kırmızı bir yuvarlaktı. Çember, elips ya da ona benzer bir şey. Saat 7'yi gösteriyordu, henüz fazlasıyla erkendi. Uyuyamadığımı itiraf etmekten başka bir yol bulamadım kendime karşı.
Eşofmanımın bollaştığını ve belimden düştüğünü fark ettiğim ilk gün değildi bugün. O yüzden pek de umursamadan kalktım oturduğum sandalyeden. Masamın üzeri karalanmış, buruşturulmuş onlarca kağıtla doluydu. Çöp kutusu da bir o kadar doluydu benim duygularımla. Yarısı içilmiş bir kahve hala köşede durmaktaydı ve ayrışmaya yüz tutmuştu.
Ayaklarımı sürüyerek banyoya geçtim. Kapıyı ardımdan sessizce kapatıp musluğu açtım ve buz gibi suyu bir an bile düşünmeden çarptım yüzüme. Yavaş yavaş içinde bulunduğum tembellik duygusu kaybolurken can sıkıntısı hala tam oradaydı, kalbimin üstünde ve hissedilebilir ölçüde yoğun.
Aynadaki yansımama baktım, saçlarım dağılmıştı. Dalgalar yerini uyumsuz kıvrımlara bırakmıştı. Göz altlarım bir gece önceden kalma uykusuzlukla morarmış ve yorgun ifade tüm yüzümü kaplamıştı.
Gerisin geri odaya döndüğümde dolaptaki cd'lerden birini çekip aldım ve saatlerdir açık olan bilgisayarın cd sürücüne taktım. Saniyeler sonra odaya dolan piyano sesini hissetmek fazlasıyla tuhaftı. Kendimi sırt üstü yatağa bıraktım ve duyguların bedenime dolmasına izin verdim.
Öfke, aşk, nefret, kıskançlık, sevgi ve tekrar nefret. Kapalı göz kapaklarımın ardından düşünmeye başladım. Hayali tam karşımdaydı. O mavi acımasız gözleri gerçekten oradalarmış gibi görmek fazlasıyla tuhaf hissettirmişti. Mideme giren kramp dalgasına aldırmadan izledim onu. Ardından gözlerimi hemen açtım. Ondan korkuyordum. Onu sevmekten korkuyordum ben.
Hızla yerimden doğruldum ve dolaba gidip giyecek bir şeyler çıkardım. Kırmızı bir kazak ve koyu renk kot pantolonumu üzerime geçirdiğimde saçımı tarayıp at kuyruğu yaptım. Askılıktaki çantayı kapıp telaşlı adımla evden ayrıldığımda onu nerede bulacağımı çok iyi biliyordum.
Köşedeki taksi durağına kadar yürüdüm. Hava fazlasıyla serindi ve ceket almadığıma pişman olmuştum ama geri dönmek de istemiyordum.
On beş dakika sonra taksici deniz kenarında durduğunda parayı uzattım ve hemen aşağı indim. Kıyı boyu kayalara vuran dalgaların sesinden başka tek bir ses duymadım. Yürümeye devam ediyordum çünkü onu nerede bulacağımı çok iyi biliyordum. Pes edeceği güne dek soruları sormaya devam edecektim ben, ta ki gerçeği öğrenene dek. Sabahın bu erken saatinde yürüyüşe çıkan birkaç kişi dışında terk edilmiş bir yeri andırıyordu kıyı. Sessiz, hüzünlü ve öfkeli.
Bir bankta oturduğunu gördüğüm ilk anda anlamıştım bugünün diğer her günden farklı olduğunu. Hızlı ve kararlı adımlarım önce yavaşladı ardından da kararsızlıkla sağa sola sallanmaya başladı. Beni görmediğini biliyordum, başını ellerinin arasına almış ve dirseklerini de dizine yaslamıştı. Tek baktığı yer denizin sonsuz maviliğiydi.
"Hala bir şansın var," dedim kendi kendime. "Kaçmak ve ritüeli burada sonlandırmak için bir şans."
Bacaklarım bu öneriye aldırış etmedi ve genç piyanistin oturduğu bankın yanına dek sürüklediler beni. Ayağımın altında çatırdayan çakıl taşları ona yakın bir yerde durmamla son buldu ve etraf yine sinir bozucu bir sessizliğe büründü. Dalgalar ritmik bir şekilde dövüyordu kıyıyı ve havadaki gerginliği elle tutulur bir boyuta taşıyorlardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PİYANİST
Teen Fiction"Senden nefret ediyorum." dedim bunu neden söylediğimi bilmeden. Sadece söylemek istemiştim, çoğu zaman yapardım bunu "Biliyorum." dedi usulce. "Biliyorum." Ellerini başından çekti ve gözlerini üzerime dikti. Göz bebekleri büyümüştü ve mavi gözlerin...