Edebiyat kulübüne kaydolduğum için pişman olmak üzereydim. Biraz olsun duygusuz makineleri ve uzun uzadıya sürüp giden sonuçsuz işlemleri unutabilmek için yazılmaya karar vermiştim. Çoğu kişinin ortak amacı ilk senelerinden sevgili yapmak veya öylesine takılmaktı. Uygun adayları, biraz olsun sanattan anladıklarına karar kıldıkları edebiyat kulübünde arıyorlardı. Birkaç konuşma hariç doğru düzgün bir şey yapmadan oturuyor, fikir alışverişi için başlatılan konuşmaların iki kişinin flörtüne dönüşmesini izliyorduk.
Bir gün -çiftlerin oluşturulduğu ve hatta birkaçının ayrıldığı bir gün- edebiyata diğerlerinden daha fazla önem veren birisi, yazar arkadaşını belirli etkinlikler için çağırmayı teklif etti. Çoğu kişinin umrunda değildi, farklı bir yüz olsun diye kabul ettiler.
Bense bir şey söylemedim. Fakat başımı masaya koyup kitabın son sayfasındaki boş alana resim çizmeyi bırakıp doğruldum. Kulüpte aradığımı bulabileceğim bir şey olması içimde ufak bir neşeye sebep oldu. Çok geçmeden o neşeyi yiyen içimdeki yarasa, başımı masaya koyup çizime devam etmemi sağladı.
.
Birkaç gün sonra söylediği arkadaşını getiren kişinin gülümseyen suratı belirdi kapı eşiğinde. Verdiği sözü tuttuğu ve bir yazarla arkadaş olduğu için kendini diğerlerinden önemli atfediyor gibiydi -yüzünden basbaya okunuyordu. İçeri girip peşi sıra arkadaşını yönlendirerek oturacağı yeri gösterdi. Gösterdiği yer önümdeki masaydı.
Etrafıma baktım, en öne oturmuştum. Sabah sabah fazla mı uykuluydum diye düşündüm. Normalde en arkaya otururdum. Çantayı toplayıp en arkaya geçeyim desem fazla dikkat çekerdim. Başımı sıraya koyup çizime geri döneyim desem önümde biri dururken rahat edemezdim. Hiçbir şey yapmadan beklemeye karar verdim.
Yazar Bey -adının ne olduğunu bilmiyordum- postacı çantasını omzundan indirip masanın ucuna düzgün bir simetriyle koydu. Giydiği keten gömleğin kollarını kıvırırken tüm herkeste gözlerini gezdirdi. Kısacık kesilmiş saçlarını parmaklarıyla arkaya taradı. Ensesinden boynuna doğru parmaklarını indirdi. Aslında düzgün olan yakasını düzelttiğinde parmaklarının yolculuğu sona erdi.
Yüzüne baktım. Gözlerimin ilk bulduğu gözleriydi. Onu izlerken bunun farkında mıydı? Gözlerimi kaçıracak değildim yakalandım diye. İnatçıydım -annemle tartışmalarımız hep bu yüzden başlardı. Kollarını göğsünde bağlayıp masaya yaslanarak karşılık verdi kendimce inada bindirdiğim bakışa. Gözlerinin açık kahve irisine kadar ezberledim bakarken.
Arka sıralardan birinin bağırmaya yakın sesle sorduğu saçma soru böldü bu tuhaf anı. "Siz şimdi kitap başına mı para alıyorsunuz?"
Gözlerini bunu bekliyormuş gibi söyleyen kişiye çevirdi. Kimin konuştuğunu anladığında başını eğip gülümsedi. "İnsanın aklına ilk paranın gelmesi ne garip değil mi?" dedi o tarihi konuşmalardan birinin girişi gibi duran sözlerle.
Sorusu tüm salonu dolaşıp havada asılı kaldı. Gözlerini neredeyse herkeste tek tek gezdirdi. En son bende kısaca tutup arkasını döndü. Tahtaya yönelip koca harflerle "para" yazdı. "Evet, her şeyin başı para gibi görünüyor." dedi henüz sınıfa dönmeden önce. "Ama anneniz size sütü parayla satmaz. Herhangi birinize para verseler çekemeyeceğiniz doğum sancısına para için katlanmaz. Duyguların ve zihnimizin kaynağı para değildir." Jest ve mimiklerini o kadar iyi kullanmıştı ki konuşurken, onun söylediklerine hak vermeseniz bile öylece kabullenirken bulabilirdiniz kendinizi. Sanki planlanmış hareketlerle ve sözlerle yönetiyordu içinde bulunduğu ânı.
Masaya oturmasından bir ayağını benim önümdeki masanın ayağına dayayıp elindeki kalemi çevirişine kadar her şey küçük bir tiyatonun ürünü gibiydi. Gözlerimi ondan ayırmakta zorlanıyordum. Kendime kızıyordum ama kendimi yadırgamıyordum da. Hissettiklerimi anlayabiliyordum. Bir boşluk gibi zihnime dağılıp tanıdık olmayan satırlarla dolduruyordu orayı. Evet, bunu yapan adını bile bilmediğim bir adamdı.
Konuşmasının geri kalanında gözlerime bir kere bile bakmadı. Tesadüften ziyade kasıtlı bir hareket gibiydi; tut, bırak, bekle ve ayağına gelsin. İnsanları izlerken onların hareketlerine bu kadar kolay anlam yükleyebilmek uzun zamandır bende olan bir şeydi. Onlardan uzak durmak fark edebilmemi sağlamıştı hareketlerinin asıl niyetini. Fakat bu adamın taktiği tanıdık gelse de karşı koyup uzaklaşmak istemiyordum. Denemedim bile bir kere olsun kaçıp gitmeyi.
Ana ders yaklaştığı için konuşması yarım kaldığında "Bir dahaki sefere..." diye bitirdi. Konuşurken sınıfta gezdiğinden benden uzaklaşmıştı. İnsanlar salondan ayrılırken yavaş adımlarla yürüyerek önümdeki masaya yaklaştı. Masanın bana yakın tarafında durup konuşma sırasında çıkardığı birkaç kitabı çantasına koydu. Hareketleri yavaştı, bir şeyler söylememi bekliyordu ya da salondakilerin tamamen çıkmasını.
Bense son kalan birkaç kişiyi önemsemeden konuştum. "Tüm herkes adını bile bilmediği yazarın nutuklarını dinledi." Sandalyede geriye yaslanıp kollarımı bağladım.
Son kitabı da çantasına koyup fermuarı kapattı. Masanın uzak yerine itti ardından. Açılan boşluğa oturup bana döndü. "Ali, Ali Berkin." dedi gülümseyerek. "İsimler önemli değildir, unutulur." Yüzününün önüne getirdiği işaret parmağıyla bir çember çizdi havada. "Simalar önemlidir. Asıl anlatmak istediklerimiz gözlerimizde ve dudaklarımızdadır." Cümlesinin sonunda gözlerime ve dudaklarıma baktı. Açık tonlarda yaptığım makyajın bana yakıştığından emindim, onun bunu fark ettiğinden de emindim.
"Bense adını bile bilmediğim bir kızın nutuğunu dinledim."
"Vera Göksun." Konuşmamın ve hareketlerimin rahat görünmesine gayret ediyordum ama heyecanım içimde dolup taşan bir kazan gibi yakıyordu ruhumu.
"Vera... İlk defa Vera isminde biriyle tanışıyorum. Anlamı ne?"
"Birkaç dilde anlamı var." dedim. Cevap bekliyor gibi gözlerimin içine baktı. "Arapçada arka, sonrası; günahtan kaçınma; kainat... Buna benzer bir şeylerdi. Slavda inanç, Arnavutçada yaz, Latincede doğru."
"Dünyanın neresinden bakarsan bak çok güzel bir isim." dedi başını sallayarak. Sustu, söyledikleriyle ona çekilmemi bekledi susarken. Gözlerini gözlerimden çekmemesi ve parmaklarıyla masada hafif bir ritim tutturması ele veriyordu amacını.
"Ali diyebilir miyim?"
Gülümsedi. "Adım bu, diyebilirsin."
"Bir şeyler içmek ister misin?" Söylediğimle onun gözünde basit ve hemen kollarına atlamaya hazır biri gibi görüneceğim belliydi. Önemsemedim. Daha önce kimseye bu kadar yakın hissetmediğimi veya ilk kez birinden hoşlandığımı bilmesine gerek yoktu.
"Ne gibi bir şeyler?" dedi.
"Fark etmez."
"Kahveye susadım sabahtan beri. Sağ olsun Arda da geç kalacağız diye içmeme izin vermedi."
Teklifimin gözüne masum göründüğünü anladım bunu söylediğinde. Ya da öyle görmek istemişti. "Kahve olur." dedim çantamı alıp ayağa kalkarken. "Ben de içmedim bugün." Ben zaten pek kahve içmezdim ki...
"Dersiniz vardı, arkadaşların ona gitti."
Omuzlarımı silktim, dersleri hiçbir zaman bir şeyin önüne geçirmemiştim üniversite başladığın beri. Çantasını omzuna astığında kabullenmiş görünüyordu. Ayağa kalktığında benden hayli uzun olduğunu fark ettim. Yüzüne bakmak için başımı kaldırmam gerekiyordu.
O gün onun içinden çok dışına dikkat ettim. Sanki dünyada kadınlardan başka erkeklerin de yaşadığını yeni fark ediyordum. Ya da sadece aşık oluyordum ve dönüp durmalarımın artık bir yörüngesi olacaktı.
-
(alper gencer)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
VERA
Teen Fiction"Ali," dedim titreyen sesimle. "ben... özür dilerim Ali. Özür dilerim. Ali..." Soluk alıp veriş sesini duyabiliyordum telefonun diğer ucundan. Bu anı dondurabilsek ve bir kavanoza koyabilsek ben evim yapardım o kavanozu. "Ne için?" Gelen geçen insa...