Koltuğunun ona hissettirdiği uçma hissine bayılıyordu. Arka koltuğuna oturduğu arabalar ne kadar yükseğe çıkarsa çıksın ne kadar hızlı giderse gitsin o koltuğun verdiği hisse yaklaşamıyorlardı. Yüzünü bilgisayardan çevirip arkasındaki geniş cama döndüğünde, bulunduğu odanın yüksek bir konumda olmasıyla beraber, kendini havada süzülüyormuş gibi hissediyordu. Eksik olan şey rüzgardı fakat o, arabalarda da eksik olduğundan sorun etmiyordu.
O süzülme hissi onu rahatlatıyordu da. Omuzlarında hiçbir ağırlık yokmuş gibi hissetmesini sağlıyordu. Onu aşağı çeken hiçbir şey yokmuş ya da peşinden gelenler, kovalayanlar asla ona yetişemeyecekmiş gibi düşünmesini sağlıyordu, onu kandırıyordu.
Hayır, en akıllı koltuklar bile kimseyi kandıramazdı. Grant kendi kendini kandırıyordu.
Karnının üstündeki ellerin parmakları birbirine kenetlendi. Camın öteki tarafındaki manzaraya baktı. Camlarından parlak renklerin ışıldadığı yüksek kuleler ve kulelerin arasından geçen arabaların renkli farlarının bıraktığı izler bir gösterinin parçası gibiydi. Son zamanlarda yine popülerleşmiş olan dinamik tablolardan biri gibiydi.
Camlarının yansıttığı ışıklar kadar kendilerini de renkten renge bürümüş binalar bir yarış içindeydi sanki. Grant'in camından geçip onun gözünü en çok boyayabilecek bina olmak için yarışıyorlardı. En doğal yeşil, en öfkeli kırmızı, en huzurlu mavi onun camına geliyordu, onun lensinden geçip onun gözüne ulaşmaya çalışıyordu.
Hayır, geniş pencerenin gösterdiği hiçbir bina bir rekabetin içerisinde değildi.
Oda kapısının kolu altındaki kırmızı ufak gösterge maviye döndü, kapı açıldı.
Bütün renkler kayboldu.
Karanlığın beyazı, aydınlığın siyahı ve belirsizliğin grisi kaldı geriye.
Grant'in sandalyesi sağa, açılan kapıya doğru döndü. Odanın köşesinde kalan kapı açılmıştı ama kapıyı açan kişi içeriye girmemiş, eşikte kalmıştı.
"Hala hazırlanmamışsın," dedi kapıdaki adam.
Koltuğundan kalktı. Kenetlenmiş parmaklarını birbirinden ayırmadı. "Kafam dalmış, özür dilerim."
"Biliyorum. Özrü benden dilemeyeceksin," dedi adam. "Otuz beş dakikamız var."
Onun yalan söylemeyeceğini biliyordu fakat kendisinin yanlış görüp görmemiş olduğunu kontrol etmek için sol kolunu kaldırıp saatine bakmak istedi, yapmadı. O an kolunu kaldırması saygısızlık olacaktı. Tırnakların ucundaki beyazlık arttı, eklemler kasıldı. Saatine bakamayacak olsa bile içindeki merakı tam anlamıyla bastıramazdı.
Şansını denedi. "Bir buçuk saatimiz var sanıyordum."
"Bizim vaktimizde değil," dedi adam. Kapıyı tam kapatacaktı ki parmak kalınlığında aralık kalmışken durdu. "Sen ana akışı mı takip ediyorsun?" diye sordu.
Parmakların altındaki avuçlar da kenetlendi. "Hayır, bildirimlerden gördüm."
"O bildirimleri kapat, Arvent," dedi adam. "Ana akış bizim için olan bir şey değil."
"Peki, baba," dedi Grant ve başını eğdi.
Kapının kapanmasıyla Grant'in dudakları açıldı ve tuttuğu nefesi verdi. Ellerinin kilidi çözüldü ve cepsiz pantolonunun üzerinden aşağıya salınarak serbest kaldı. Az önce koltuğunun baktığı tarafa dönüp, duvarının neredeyse tamamına hakim olan cama baktı.
Pencere, Grant'e yaklaşık bir dakika boyunca çıplak manzarayı sunduktan sonra bir anda değişti. Gökyüzünün rengi açıldı ve pencerenin önünden bulutlar geçmeye başladı. Arabalardan daha yavaş olan bulutlar üstlerine yatılabilecek kadar yumuşak ve de katı görünüyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Tamamen Aksi: Yanılsama
Bilim KurguÇalışıyorsun, çalışıyorsun, çalışıyorsun. Uyanıkken çalışıyorsun uyurken çalışıyorsun. Sınavlara giriyorsun, yüksek not almalısın ki ebeveynlerinin sana duyduğu beklentiyi taşıyabilmeye devam et. Ters bir şey söylemek değil, düşünmüyorsun bile. Ters...