Küstüm Çiçeği

314 10 2
                                    

Zamanının İstanbullularına has bir özellik olmalıydı görgü, nezaket, dil ve güzel diksiyona sahip olmak. İyi terbiye almış kişilere İstanbul hanımefendisi veya İstanbul beyefendisi gibi denirdi. Asalet sadece oradan yayılıyordu sanki Türkiye 'ye. İstanbullu gibi olmak ve diğerleri. Anadolu insanı ise sıcak, daha kendi kabuğunda, ince, hassas, düşünceli ve empatik bir bakış açısına sahipti. Hem Anadolu insanının tabiatında büyümüş hemde İstanbul terbiyesi almış bir kişi ballı kaymak gibi tadından yenmez bir bütünlük alıyordu. İki aynı zamanda ama farklı çağlarda gibi yaşamış kişiler eğer bir şekilde bir yerde bir araya geldiler ise aradaki uçurum gibi görünen boşluk, diğerinin yaşamına karşı bir merak uyandırıyordu. Bu merak, farklılıkları Arnavut kaldırımını döşer gibi şekilsiz fakat bütünde birbirini tamamlayan bir yol oluştururarak diğerinin yakasına kadar örüyordu. Bu kozmopolit düzenin tohumları bu yollara atılıyor fakat taşların arasında incecik kalmış toprak her tohumu bünyesine almıyordu. Bazı tohumlar sağlam şekilde tutunup yer bulurken çoğunluğu savrulup gidiyordu.
  Buğra İstanbuldan çıkıp bu taşlara takıla, düşe, kanaya İzmir'de kendine bir yer bulup , burada bir hayat kuruyordu. Özge ise Anadolu kültüründe büyümüş bir ailenin naif, kültürlü, uyumlu , İzmir'de doğmuş büyümüş, aslen geldiği topraklara bağlı, ama büyük şehrin avantajlarını değerlendirmeyi her zaman bilmiş  görgülü kızı.
  Buğra'nın yüreğinde yer etmiş bütün nasırları yumuşatıp temizleyen, ona hayat sevinci veren kız . Beyni ve kalbi normalde romantik ve veya aşık kişilerin aksine birbirinden bağımsız hareket eden Özge, sadece güzelliği ile değil bu özelliği ile de aklını başından almıştı. Sınırlarını bilen, kapılarını kime ne zaman açıp ne zaman kapayacağını yaşamadan öğrenmiş, çizgileri keskin ve katıydı. Bütün sahip olduklarını Buğra'nın önüne sermeye hazırdı çoğu dişi halbuki. Ama Özge'nin bu onu zora sokan ulaşılmaz yanları büyülüyor ve büyütüyordu onu. Büyümeli ve olgunlaşmalıydı artık. Aşıktı, annesinin küstüm çiçeği olmaktan çıkmalı, kendine Özge ile yürüyebileceği düzgün ve geniş bir yol çizmeliydi. O zaman yürüdüğü yolda asla koluna girmezdi Özge onun. Nitekim öyle de olmuştu. Onunla daha fazla yürüyemeyeceğine kanaat getirmiş, bir gün hiç beklemediği bir anda yönünü başka tarafa çevirmişti. Dur bile diyememiş, öylece kala kalmıştı. Özge yaşam kaynağıydı onun. O öylece çekip giderken arkasından sesinin çıkmamasını ölmüş olabileceğine bağlamıştı. "Evet evet kesinlikle öldüm" diyordu. Yoksa nasıl durdurmak için arkasından koşmaz, gitme diye haykırmazdı. Kesin ölmüştü. Bacaklarına hükmedemiyordu. Arkasında ki duvara yaslanmaya ihtiyacı vardı. Yaslanmak istediği tek omuz köşeyi dönüp gözden kaybolmuştu. Bir yere, bir şeye  yaslanmalıydı. Mıh gibi çakılmıştı olduğu yere, hareket edemiyordu. Biraz daha öyle dursa bayılacaktı sanki. Ölmüş biri nasıl bayılabilirdi ki. Vücudu orada öylece dururken ruhu dayanacak bir şey bulmaya çalışıyordu. İki adım geri gitse o duvara ulaşabilirdi aslında ama onu sarıp sarmalayamazdı. Sağından solundan geçen insanların tuhaf bakışlarına maruz kalıyordu, rahatsızdı bundan da. Eray keşke bir nedenden oradan geçiyor olsaydı da eve götürseydi, ya da mezarlığa götürse, bir çukur kazıp içine gömseydi onu. Nefes alamıyordu zaten, en uygunu mezarlıktı. Şu bakışlara, gereksiz seslere de sözlere de muhatap olmazdı. Birileri bu cenazeyi kaldırmalıydı. Bir ses ısrarla
- Buğra oğlum, iyi misin? Buğra.. Buğra çocuğum..
Okulun önünde ki kantinin sahibi  Kadir bey onu görmüş, öylece hareketsiz bir saatten fazla süredir sabit duruşundan dolayı merak edip karşıya, yanına gelmiş ona sesleniyordu. Bu tanıdık şefkatli sesi tanıyordu Buğra.
-Kadir abi, nefes alamıyorum. Ölüyorum galiba.
-oğlum ne diyorsun anlamıyorum. Ne oldu sana böyle? Gel seni eve götüreyim. Ya da gel büfeye geçelim biraz su iç.
- ayaklarım abi, oynamıyor yerinden.
-hay Allah! Dur sen burada. Akif'e sesleneyim su getirsin bize.
Kadir bey oğlu Akif'e seslendi önce. Geçen arabaların seslerinden sesini duyuramıyordu. El kol işaretleri ile dikkatini çekmeye çalışıyordu oğlunun. O sırada müşterisine tost yapan Akif  işine konsantre olmuştu. Kadir bey Buğra'yı zar zor arkaya doğru çekiştirerek duvar çıkıntısına oturttu. Yolu kolaçan edip hızla karşıya geçti.
-o kadar sesleniyorum sana, insan merak eder de bakmaz mı babam neden gitti  diye. Su ver bir  iki şişe hemen. Çocukcağıza ne oldu ise şoka girmiş sanki. Ben onu eve götürüp geleceğim.
- Allah Allah! Ne olmuş ki? Bende gördüm bi ara elinde çiçekle bekliyordu. Özge'yi bekliyor herhalde dedimdi.
-Ayrıldılar mı acaba? Yoksa niye böyle olsun değil mi? Öğreniriz.
  Koşar adım yanına geçti tekrar. Elini yüzünü yıkadı. Haziran ayının en sıcak günleriydi. Durduğu yerden gölge çekileli saatler olmuştu. Açık renk teni kıpkırmızı olmuş, sıcaktan alnı cayır cayır yanıyordu.
-başına güneş geçmiş senin sanırım. Ondan böyle saçma sapan konuşuyorsun. İç şu suyu hadi oğlum.
Keşke mecali olsaydı tek bir hareketi tek başına yapmaya. Oysa Özge  çok rahat çekip gitmişti. Ne de rahat söylemişti bittiğini. İkna edecek kelimeleri bir araya getiremedi, o kadar zaman tanımadı bile. Söyleyecek ne çok sözü vardı aslında. Öyle bir vurgun yemişti ki suyun üzerine tek başına çıkması, derin bir nefes alması mümkün değil gibi duruyordu. Bütün sözleri, umutları ve hayalleriyle dibe vurmuştu. Bütün duyduklarını tekrar tekrar beyninde heceliyordu. Kaçırdığı bir yer olabilir diye defalarca, defalarca, defalarca. Konuşmaya başlamadan önce dinleseydi onu belki bir şansı daha olurdu. "Lanet olsun" diyordu, " bir dur dinle diyemedin ya lanet olsun sana"
   Suladığı tohum yeşermeye başlıyordu, başlıyordu da Özge bunu göremiyordu. Emekleri boşa gidiyor sanmış ve artık pes etmişti. Ne yazık! Hangi emek, hangi çaba boşa gider ki. Sabırsız tarafını dizginlerdi aslında sürekli. Buğra'ya karşıydı sadece bu tutumu. Yoksa inatçı, sabırsız, tez canlı biriydi. Onun düzelebileceğine inanmak istemiş, inatla bazen yanında olarak, bazen sırtını dönerek ona yön vermeye çalışmıştı. Bir toparlanıp bir dağılıyordu Buğra. Öylesine yorulmuştu ki bu tutumundan  artık ona kapıyı kapatması gerektiğine karar vermişti. Dediğim gibi o kime ne zaman duvar öreceğini bilirdi. Aşk güzel bir hikayeydi, zamanı gelince biter giderdi. Öyle bir umuda hayatını bağlayacak bir kız değildi. Planlı yaşamayı seviyordu. Öyle muallakta kalamazdı. Gerçekten umudunu kesmişti demek ki.
- Buğra, hadi paşam. Yürü de evine bırakayım seni. Yat, uyu kendine gel. Bak kan çanağına dönmüş gözlerin. Neyse sorun hallolur üzülme. Hadi evlat.
Bacaklarını sürüye sürüye götürmeye çalışıyordu Kadir bey. Ne has adamdı Erzurumlu Kadir. Herkesin derdini kendine dert ederdi. Baba gibi şefkatli Kadir abileriydi bütün öğrencilerin. Parası olsun olmasın hepsinin karnını doyururdu. Fakir fukara babası Dadaş Kadir. İki çay içmek bahaneleriydi Buğra ve Özge'nin. Muhabbetin alası o tahta taburelerin üzerinde dönerdi.  Bir gün taburenin bacağı kırılmış, bizim titiz paşamız yere yeksan olmuştu. Bembeyaz gömleğinin arkası  yeni yıkanmış betona yapışmış, pantolonu da gömleği ile birlikte çamura bulanmıştı. Üstüne toz düşse rahatsız olan Buğra, Özge'nin kahkahalarına katılmış çayının diğer yarısını yere iyice kurularak bitirmişti.
-Karizmayı çizdirdik  biraz ama serin serin iyi geldi böyle yahu
- Kadir abi söylesene en çok Buğra'ya mı yoksa kırılan taburene mi  için gitti.
- Kız o nasıl soru,  tabi ki tabureye .
Munzur soruya munzur cevap. Buğra ertesi  gün okul çıkışı  ara sokaktaki spotçuya gidip  iki metal gövdeli sandalye, iki bistro masa, üç  ayaklı metal taburelerden aldı. Eray ile birlikte Kadir'in büfesine taşıdılar. Kadir şaşkın şaşkın onları izliyordu.
-hayırdır gençler? ne yapıyorsunuz sorması ayıp. Buğra?
- Abi senden alacaklarımın yerine  bunlar.
-ne alıyormuşsun benden bu kadar değerli
- şu iki tabure ve masayı
-kırık tabureyi, çürük masayı ve bunu mu? Oğlum çöp bunlar. Neden böyle bir şey yapıyorsun. Cuma günü gidip alacaktım ben. Söyle çabuk ne kadar ödeyeceğim sana. Madem aldın geldin öyleyse parasını vereceğim.
-Senin gibi bir tanıdıktan aldık. Para bile almayacaktı  da siftah olsun dedik birkaç lira verdik. Yalnız abi şunları gerçekten istiyorum ben. Balkonumuza koyacağız kullanmayacaksan tabi.
-Hakikatli çocuklarım benim. Bunları atarız, size iki tabure bir masa alırım ben. Böylece ödeşmiş oluruz.
- Aman abi sakın ha. Ben bunları istiyorum.  Yenisini isteseydik satılmıyor mu? Gider alırdık.
-anla işte Kadir baba.
Dedi Eray, yandan yandan sırıtarak.  Kadir bey yeni mobilyaların üzerinde elini gezdirip "Aslan parçaları bunlar" diye geçirdi içinden, yüzünde de masum ve mahcup bir tebessüm . Buğra da  Özge'nin her zaman oturduğu tabureyi evine götürebilecek olmanın sevinci  vardı. Mümkün olsa yürüdüğü yolları, elinin ayağının hatta gözünün değdiği her şeyi toplayıp saklayası vardı. Onun çöp diye attığı her şeyi alıyor, kapaklı siyah kutuya koyup değerli bir mücevher  gibi evinde muhafaza ediyordu. Bu eşyalarda aynı nedenden dolayı değerliydi. Kırık olan bacağı önce macunla yapıştırıp sonra vidalarla sağlamlamış odasına yerleştirmişti. Bir süre sonra tahta kuruları tarafından istila edildiğini anlayınca el mecbur balkona çıkarmak zorunda kalmıştı. Önce ilaçlayıp daha fazla zarar görmesini engellemiş daha sonra yağmura suya dayansın diye gemi verniği ile verniklemişti. Pek severdi böyle işleri, eli de oldukça yatkındı. Evde her türlü tamir işlerini  zevkle hallederdi. Özge ile yaşayacağı evi düşlerken kendini ya bir şeyleri tamir ederken  yada  ağaçları budarken hayal ederdi. İdeal koca, iyi bir baba tablosunu kendi gözleriyle bu şekilde tamamlıyordu. Kendi babasında gördüğü bütün eksiklikleri bu tabloda tamamlamak, o silik yüzün yerine kendi yüzünü belirgince yerleştirmek istiyordu. O tabloda Özge yazlığın verandasında oturmuş olduğu hasır sallanan koltuğunda gururla eşini izliyordu. Aman Allah’ım ne güzel bir görüntü çıkıyordu ortaya. Sevinçle koşup oynayan çocuklarının sesi duyulmuyordu ama ne kadar mutlu oldukları bariz belli oluyordu. Bu tabloda bir anda boş bir kağıda dönmüş bütün renkler yok olmuştu.
  Şu haliyle ideal koca ve ideal baba figüründen uzaktı. O yaşta ki erkekler evliliğin düşüncesinden fersah fersah uzak iken Buğra'nın tek hayali Özge ile yaşayıp onun dizlerinde yaşlanmaktı. Özge'nin baktığı tabloda ise ayyaş bir koca,  devrilmiş boş içki şişeleriyle dolu bir masa, kızarmış gözlerini dizleriyle kapatmış bir kadın vardı. Hangi kadın böyle bir tabloda baş karakter olmak isterdi ki!
Eray balkondan sarkmış  yoldan gelen geçeni izliyordu. Buğra hala dönmemişti. Sonunda bütün kalbini Özge'ye açacaktı. Günlerdir buna hazırlanıyordu.  Diyaloglarını, konuşmanın gidişatını farklı versiyonlarıyla Eray'a  anlatıyor sonra memnun olmayıp başka seçenekleri dillendiriyordu. Çok heyecanlıydı. Yerinde duramıyordu. Flört mü ediyorlardı, arkadaş mı, düşmanlar mıydı?
Lise bittiğine göre okul dışında buluşmak için acilen adını koyması gerekiyordu. Özge ile en fazla okul dışında ki  büfeye gitmişliği vardı. Özge'nin sonu gelmeyen kurallarından biri  buydu. Asla sokakta akrabası olmayan biri ile yürümez, bir yerlerde oturmazdı. Kaldı ki Özge'ye dokunulsun. Hani adamın ağzını burnunu dağıtırdı. Sadece bir arkadaşı ona sarılabiliyordu rahat rahat. Nasıl olduysa ona öyle bir inisiyatif tanımıştı. Buğra  Fikret'i tanıyıp çözene kadar içi içini yemişti. Fiko Özge için bir kardeş, abi gibiydi. Yoksa ne mümkün. Parmağının ucuna değdiğinde nasıl da alı al moru mor olmuştu Özge'nin. Afili bir tokat yanağında patlamadığı için mi bilinmez pis pis sırıtıp durmuştu bütün gün. "ah be kızım, o kızaran yanaklarına ölürüm senin, hangi cennet bahçesinden düştün yüreğime"
    Buğra'yı o şekilde görünce koşarak aşağı indi Eray.  Panikle binanın kapısını açtığında Buğra duvara yaslanmış ellerini dizlerine dayamış şekilde duruyordu. Kadir bey, kapıyı açanın Eray olduğunu görünce bir oh çekti.
- Ne oldu Kadir abi. Bu ne hal?
Kaş göz ediyordu üzerine gitmemesi için.
- biz bi eve çıkaralım, siz sonra konuşursunuz. Tamam mı Eray’ım, sonra!
Usulca kolunun altına girdi. Külçe gibi ağırdı bedeni, gerçekten bir cesedin ruhsuz ağırlığı vardı. Asansörle çıktılar eve, Buğra sadece çok sarhoş ise binerdi asansöre  o da bir kere. Dışarda içmezdi, evde içkisi biterse onun için çıkarsa işte. Yoksa beşinci kata kadar üç beş solukla koşarak çıkardı. Her sabah erkenden güneşten önce uyanıp koşar, duş alır giyinip okula giderdi. Kahvaltılarını  Buğra  hafif tutuyor, bir bardak süt, bir yumurta ile çoğunlukla geçiştiriyordu. Bu rutin neredeyse hep aynıydı. Gece sabaha doğru da uyumuş olsa, bir iki saatlik uykuyla da olsa mutlaka koşmaya giderdi.  Eski İzmirlilerin yaşadığı geneli beş, altı katlı beton balkonlu binaların olduğu sokağa dalardı önce. Bu binaların koridor oluşturduğu sokağa girdiğinde ayak ve kalp seslerinin  yankılandığını hissederdi. Gökyüzü hala koyu maviyken, çam ağaçları hala siyah bir gölge gibi duruyorken, sokağı sadece sokak lambaları aydınlatıyorken, sadece onun ayak sesleri duyuluyorken. O koşusunu büyük bir parkın parkurunda devam ettirir, güneş karşıdaki tepede bulunan caminin kubbesine vurmaya başlayınca dönüşe geçerdi. Biraz önce geçtiği sokağı aydınlatan lambalar sadece birer altın küpe kadar ışık saçar hale gelir, ağaçların yeşili belirginleşirdi. Teker teker lambaları yanan evlerden tabak çanak sesleri, çocuklarına, eşlerine seslenen kadınların sesleri cıvıldayan kuşların seslerine karışırken Buğra sadece bir gölgeye dönüştüğünü düşünürdü. Herkes kalabalıklar içinde telaşlı ve mutlu mesuttu, o ise dalından kopmuş bir yaprak gibi savruluyordu bu yalnız hayatında. Eray da olmasaydı  ne olurdu acaba. Onun kafa dengi yegane dostu. Yine koluna o girmişti her zaman ki  gibi. Sadece onun yanında düşmekten korkmuyordu. Babası ona kızdığı için İstanbul 'da ki yatılı Askeri okuldan alıp İzmir'e  Eray'ın yanına bırakmıştı ceza olarak. Babasının ona uyguladığı en güzel cezaydı bu. Yoksa Eray'ı, Özge ile tanışmasına aracılık edecek Nur'u ve tabi ki Özge'yi nasıl tanıyacaktı.
Kadir bey kapıdan bırakıp dönerken, Eray  tekrar ne olduğunu sordu ona. Bilmiyordu ama tahmin ediyordu. Elini kalbinin üzerine götürüp koltuğa çuval gibi yığılmış Buğra'ya baktı. "kırılmış" dedi  kapıyı kendine doğru çekip kapatırken. Kadir de zamanında bir kızı çok sevmişti. Fakat ailesi onaylamadığı için ayrılmak zorunda kalmıştı. Anaya babaya karşı gelmekten Allah hakkı olarak korkarlardı. Vardır bir hayır deyip aşkını kalbine gömmeyi tercih etmişti. O askerdeyken kızı başkasına vermişlerdi. Nedense ayrıldıklarını sineye o kadar kolay çeken Kadir, sevdiği kızın bir başkasına varmasını yedirememişti. Babasının destek olmak için sattığı tarlanın parasını cebine koyup Erzurum'dan İzmir'e gelmiş, bu büfeyi almıştı. Her gün okula giderken burada karnını doyuran Zeynep ile gönülleri birbirine  akınca evlenip çoluk çocuğa karışmıştı. Ama Tanem 'ini hiç unutmadı. Tanem evlendikten bir süre sonra ikiz bebeklere hamile kalmış doğumu sırasında aşırı kan kaybından vefat etmişti. Bunu duyduğunda eşi de oğlu Erman' a hamileydi. İçini yakan üzüntüyü, ya Zeynep'e de bir şey olursa korkusu katlıyordu. Zeynep hanım doğum temizliği yaparken dolabın gerisine düşmüş bir kağıt buldu
     " Hatırlı bir misafirdi ölüm
Kalk oradan şuraya otur,
Bugün buraya gelme diyemezsin
Evin sahiplerinden daha ev sahibi
Ve daha çok söz sahibi..
Kimine yumuşak yüzlü, şefkatli
Kimine nemrut ve ürpertici
Ne zaman geleceğini ne zaman gideceğini asla bilmeyeceğin, başına buyruk
Bazen zalim, bazen bir kurtarıcı
Her zaman yaman, her zaman buruk
Doludizgin gide duran her şeyi bir anda  donduran
Bitmezleri bitiren, güçlü, asil ve iş bitirici
Kazandıklarını kaybettiren, kaybettim sandıklarını önüne seren
Yaşlı, diri, yalnız, sonsuz, elsiz, ayaksız, kolsuz ölüm.
Bazen yıkıcı bir ayrılık, bazen derin bir kayıp, bazen yersiz yurtsuz bir uzaklıktı ölüm"
     El yazısından anlamıştı  eşine ait olduğunu. Kocasının son günlerde fazlaca üzerine düşmesini, o yıllarda daha sıkça yaşanan doğum ölümlerinden korkmasına bağlıyor ve bu şiiri de o korku ile yazdığını düşünüyordu. Sağ salim çıktı doğumdan. Erman, Akif, Arif adında üç oğlu, Tanem adında bir kızı oldu.
   Eray çaprazda duran koltuğa oturup Buğra'ya bakıyordu. Bir ara kafasını kaldırdığında göz göze geldiler. Buğra  koltuğa uzanıp sırtını dönünce,  kalkıp perdeyi kapattı, vantilatörü açtı. Sehpayı yanına çekip üzerine bir sürahi ve bardak bıraktı, usulca kapıyı kapayıp çıktı evden. Koşarak karşıya büfeye gitti.
"Abi ne oldu biri bir şey söylesin.
"bende bir şey bilmiyorum abicim" dedi Kadir.
"sabah kalktı, lojmanların önündeki bahçeden kır çiçeği topladı Özge'ye. Bir sürü plan yapmıştı. On defa üzerini değiştirdi. Zorla attım evden, kaçıracaksın kızı dedim. Bugün karneyi almaya gelecekti Özge."
" biz de öyle tahmin ettik  ama iş güç derken göremedik, gelmedi mi acaba " dedi Akif.
Çiçekleri sulayan Tanem girdi söze.
" ben gördüm Özge ablayı. Elinde çiçek demeti vardı, onu çöpe attı. Yanımdan geçerken selam verdim ama beni görmedi. Düşünceli görünüyordu sadece. Sonra köşeyi dönünce Buğra abiyi gördüm ona da selam verdim o da duymadı. Bende dükkana baktım karşıdan, direkt eve geçtim. "
" anladım Tanem. Durum az çok belli oldu. Ben gideyim. "
Eray hiç karşılaşmamış olmalarını yeğledi. Keşke daha fazla oyalanmasına izin verseydi. Yaka paça evden çıkartırken özene bezene renklerine göre halka halka dizdiği demet  ayakkabısına düşüp sarıya boyamıştı. Onun kadar altına yakışmayan diğer ayakkabıları geçirmişti ayağına bir hışım. Şimdi çöpün içinde olan o çiçeklerin mermere yayılan sarı tozlarını  gördü kapıya geldiğinde. Hemen içerden bir faraş ile süpürge alıp süpürdü. Mutfağa geçip yemek yapmaya koyuldu. Biliyordu, şimdi günlerce ağzından tek lokma geçsin diye kırk takla atacaktı. Buğra üzgün olduğunda şişelerce alkol alır, yemeğe bir kaşık sallamazdı. Bu nefret ettiği hayatın üstesinden böyle gelebildiğine inanıyordu. Saçmalık! 
Buğra bir ara çıktı salondan  tuvalete girdi. Odasına geçti. Yemek için seslendiğinde cevap gelmeyince ısrarcı olmadı. Nasıl olsa saat 9 u bulmadan dolaptan içkisini çıkarıp balkonda ki tabureye çömer sabaha kadar içerdi. Ne derdi varsa anlatabilirdi belki o zaman
. Saat 9,10,11,12.... Buğra odadan çıkmadı. Eray merak içindeydi. Kapıdan içerinin kokusunu almaya çalışıyordu. Alkol kokusu yoktu, ses yoktu, soluk bile yoktu. Yavaşça kapıyı araladı. Buğra yatağında değildi. Karanlık odaya ince bir çizgi şeklinde ışık sızıyordu. Balkon kapısı hafif aralıktı. Mutfağa geçip balkonda Buğra'nın siluetini görmeyi umdu, korkuyordu. Buğra balkonda da görünmüyordu. Balkondan aşağı bakmak için çıktığında yerde uzanan dostunun baldırına çarptı. Derin bir oh çekti, Buğra bacağını çekince.
"korkuttun beni be oğlum. Üşüyeceksin, hava çok serin."
"ben niye hissetmiyorum"
Ona göre atmosfer bütün işlevini öğlen saatlerinde bitirmişti. Oksijen yoktu, ay yoktu, rüzgar yoktu, gece mi gündüz mü belli değildi. Tek isteği biraz nefes alabilmekti. Elini karnında birleştirmiş Özge'nin taburesine bakıyordu.
"anlatmayacak mısın?"
"anlatacak bir şey yok, öyle bok gibi bırakıp gitti beni"
Buğra küfür, argo kullanmaz, kullananlardan hiç hoşlanmazdı. Ses tonunda kırgınlık ile karışık kızgınlık vardı.
"seni dinlemeye hazırım, sende anlatmaya hazır olunca gel konuşalım. Ama lütfen yatağına yat. Ya da istersen yanında oturayım. Söz çıtımı çıkarmam."
Ses çıkarmadı. Duymuyor gibiydi. Usulca köşeye ilişip oturdu Eray da.
Özge'ye son bir kez söz verecekti. Bu defa kararlıydı, ağzına katiyen alkol almayacaktı. Her şey istediği gibi olsun diye elinden geleni yapacaktı. Gerekirse tedavi de görecekti. Daha bir sürü hayalini, tek tek bütün hedeflerini en ince ayrıntısına kadar anlatacaktı. Biliyordu bunları anlatma fırsatı verseydi bile içten içe, aslında en ufak rüzgarda savrulacak nasılsa yine, "boş sözler bunlar" diyecekti içinden.
Bir değil iki değildi ki! Yapıyor yapıyor sonra pişman oluyordu. İkna olması güç olacaktı, biliyordu Buğra. Ama çabasını yakından görüp onunla gururlanacağı adımlar atarken Özge de yanında olacak sanıyordu. Bu ne ansız ne insafsız bir gidişti. Öyle durduk yere  hem de. Bir kavganın ardından falan değil, bu şokun nedeni buydu,beklenmedik oluşu.
   Üç gün geçmişti. Buğra’nın boğazından su  dışında içecek bir şey girmedi. En sevdiği çayı görmek bile istemiyordu. Çay demek Özge demekti, peynir demek Özge demekti, gevrek , elma. Sabahları koşuyor, duş alıp odaya çekiliyordu. Öğleden sonra  Beyhanların  evinin önünden geçip gözlüğünün üzerinden balkona bakıyordu. Belki Özge gelmiş Beyhan ile balkonda oturuyordur diye. Birkaç defa böyle turluyordu. Saat beşi geçtiyse eğer eve dönüyordu, o saatten sonra Özge dışarıya çıkmış bile olsa eve dönmüş olurdu. Okul zamanı dışında bu hep böyleydi. Bir hafta böyle geçti. Eray Buğra’nın  başaracağını inanmaya başlamıştı. Buğra onu sevgilisinden ayıran düşmanının kollarına atmamıştı kendini bu defa. Meyil bile göstermiyordu. Bir akşamüstü merkeze doğru yürümüş, önünden geçtiği sürücü kursuna girmişti. Gerekli evrakları hazırlayıp hafta sonu gidecek şekilde kayıt olmuştu. Yıkıntılarının altından öyle büyük bir güç toplayarak kalkmıştı ki  yapamayacağı şey yoktu. Üniversite sınavlarına az bir süre kalmıştı. Hafta içi yoğun bir şekilde ders çalışıyor, hafta sonu kursa gidiyordu. Gidip gelirken sanki o civara ilk defa gelmiş, aradığı adresi bulmaya çalışan bir yabancı gibi etrafa dikkatle bakıyordu. Özge bir köşeden çıkıverseydi ya. Kızgınlığının ve kırgınlığının yerini iç acıtan bir özlem almıştı. Bu  yoğun tempo onu baya oyalıyordu aslında. Ama ne kadar büyük telaşların, işlerin içinde olsanız da midenizin guruldamasından aç olduğunuzu anlıyorsanız, Buğra’nın kalbi de sürekli Özge’ye olan açlığını dile getiriyordu. O sesi bastıracak olan neredeydi kim bilir.
    Sınava günler, derken saatler kalmıştı. Eray da Buğra da çok heyecanlıydılar. Duş alıp kahvaltı yaptılar, tam hazırlanmış çıkacaklarken Buğra’nın karnı burkulmaya başladı. Eray’a “sen git, ben sana yetişirim” dedi. İkisi de aynı kampüste sırtları bitişik fakültelerde sınava gireceklerdi. Eray çıktı ama yalnız gitmek içine sinmediği için kavşağa çıkan köşede beklemeye karar verdi. Beş dakikadan fazla  bekledi. Biraz acele etse iyi olurdu, yoksa geç kalacaklardı. Köşe başına kadar yürüyüp binanın önüne geri dönüyordu.  Tekrar kavşağa doğru döndüğünde Özge’yi, babası, annesi ve iki kardeşiyle birlikte hızlı adımlarla  ilerlerken gördü. “ah be koç! Sıçacak zamanı buldun. Kenefe mi düştün be bilader.” Eve mi dönse Özge’nin arkasına mı takılsa karar vermeye çalışıyordu. “Buğra yetişir herhalde, ben en iyisi Özge’yi takip edeyim”. Son kez binaya doğru baktıktan sonra yola koyuldu. Yol boyunca aileleriyle birlikte sınav yerlerine giden güruhun oluşturduğu renkli kalabalığa karıştı. Özge’yi gözden kaçırmamak için pür dikkat kesilmişti. Eray’ın gireceği fakültenin oraya kadar geldiler. “Herhalde aynı yerde gireceğiz”. Ama hayır! Yönünü tam karşısında ki  fen fakültesine çevirdi Özge. Orda sabit duruyordu. Demek ki sınav yeri orasıydı. Koşarak Tarih fakültesinin arkasındaki edebiyat fakültesine gitti. Etrafa bakındı. İleriye yola baktı. Buğra’yı bulup Özge’yi göstermek istiyordu. Ya da hiç söylemese daha mı iyiydi, bilmiyordu. Sınav öncesi Özge ile karşılaşmasının çok iyi olmayacağına kanaat getirdi. İçeriye alımlar başlamak üzereydi . Kendi bloğu ile Buğra’nın bloğunun arasından açıklığa doğru yürüdü. Özge’yi, yolu ve içeri alımların başlayıp başlamadığını  görüyordu bulunduğu yerden. Az sonra alımlar başladı. Öğrenciler içeriye girmek için çokta nizami olmayan bir sıra oluşturmaya çalışıyorlardı. Özge de ailesinin yanından ayrılıp sıraya geçti. Buğra hala görünmüyordu. Kalabalığın içine  son bir kez göz gezdirip sıraya girdi. Özge’yi görevli şahıs kenara çekti. Özge sürekli elindeki dosyayı  karıştırıp yere doğru sallıyordu. Belli ki bir şey eksik veya kayıptı. Ailesinin yanına indi. Hepsi etrafa bakınmaya, kayıp olan şeyi aramaya başladılar.  Özge duraksayıp diğerine nazaran daha büyük olan kardeşinin yanına gitti. Muhtemelen kapaklı bir yeri tarif ediyordu. Çocuk öyle bir hızla fırladı ki yerinden, kanatlanıp uçacak sandı Eray. Buğra az sonra yolda belirdi. O da koşar adımlarla ilerliyordu. Fakültenin önüne geldiğinde Eray  ile selamlaşıp sıraya girdi. Sıra  baya azalmıştı. Birkaç dakika önce gelseydi rahatlıkla Özge’yi görebilecekti. Fakat iki üç adım sonra görüş açısından çıkmış oluyordu. Buğra zaten telaştan etrafa bakınmıyordu. Arada kolunu, omzunu sıvazlıyordu. Az önce yanından  koşarak geçen  toy bir genç sert bir şekilde omzuna çarpmıştı. Zavallı çocuk zaten kan ter içinde kalmıştı. Buğra’nın yere dağılan dosyasını toplamaya, durumu açıklamaya çalışıyor, tekrar tekrar özür diliyordu. Buğra çocuğun kolunu tutarak gitmesini , özürlük bir durum olmadığını söylemiş, dosyasından saçılan belgeleri kendi toplamıştı. Omzu baya baya ağrıyordu. Belgelerini verip yerine oturduğunda ağrısı morfin verilmiş gibi bir süreliğine kaybolmuştu. Eray da içeri giriyordu. Ama aklı Özge‘de kalmıştı. Evraklarının elinde olanını yetkiliye vermişti ama  kapıda bekletiliyordu. Demoralize olup, sınavda başarısız olmasından korkuyordu. Önce binaya girmesine müsaade ettiler. Özge yarım saatten uzun bir süre bekletildikten sonra, daha fazla zaman kaybetmesine gönlü razı olmayan öğretim görevlisi sayesinde içeri alınmıştı. Sınav kağıdına bilgilerini girmişti ama kapıdan onay bekliyordu. Çünkü sınav ücretinin yatırıldığına dair olan dekont ellerine ulaşmazsa sınavı geçersiz sayılacaktı. Bir türlü konsantre olup  soruları yanıtlayamıyordu. On dakika sonra  görevli  açık kapıdan Özge ile göz göze geldiğinde dekontu gösterip onu rahatlatmıştı. Sınavın yarısı bozulan moralinin verdiği olumsuz etkiyle oldukça kötü geçmişti. Sonradan toparladıysa da   hedeflediği bölüme girmesine yetecek kadar soruyu cevaplayamamıştı. Kendi başına gelen aksilik yetmiyormuş gibi, heyecandan önündeki süs havuzunu görmeyip içine düşen kızcağızın hıçkıra hıçkıra döktüğü gözyaşlarına tanıklık etmişti. Aralarında ciddi beden farkı olan annesiyle kıyafetlerini değiştirmek için kızın çıktığı odadan annesi çıkamamıştı. Kız annesinin kendine üç beden büyük gelen bluzunun kollarına gözlerini ve burnunu silerek sınava girmişti. Özge sınava giremeyeceğinden emin olsaydı kıyafetlerini değişebilirdi. Ama kardeşi her an dekontla gelebilirdi. Yine de kendine kızmıştı.  İkisinden birinin sınavı iyi geçebilirdi. Özge sınavdan çıktığında gözyaşlarını tutamamış hüngür hüngür ağlamıştı. Babası sımsıkı sarmıştı kızının hıçkırıktan titreyen bedenini. Buğra ve ardından Eray sınavdan çıktı. İkisinin de yüzü gülüyordu. Sorular kolay gelmişti. Eray Buğra’nın omzuna şakayla hafiften vurunca ağrısı tekrar başlamış, durumu Eray’a anlatmıştı. Arkadaşına o çocuğun Özge’nin kardeşi olduğunu söyleyecekti ama içinden bir ses susmasının daha doğru olacağını söylüyordu, sustu. Gün gelir anlatırdı belki o gün olanları.
   Pazartesi sabahı koşudan dönüyordu. Manavın önünden geçerken  üstü mavi kağıtlarla kaplı kasalardan yayılan kokuyu duydu. Eve girer girmez  küçük valizini yatağın üstüne atıp dolaptan eline gelen birkaç giysiyi içine yerleştirdi. Eray’ın odasına dalıp örtüsünü üzerinden çekip uyandırdı.
“Buğra git başımdan, tepelerim yoksa”
“hadi kalk Çeşme’ye gidiyoruz.”
“ ben uyuyacağım abi, sen nereye gideceksen git. Kuyruğun muyum ben senin.”
“ yahu hadisene. Tamam uyandın bir kere şimdi sen tekrar dalayım diyene kadar  zaten yazlığa varmış oluruz. Hadi ya, lütfen. Akşama kadar uyu orda. Bak sana mangal yakarım. “
“ akşama kadar uyurum, mangal kokusuna kalkarım. Ha bire gelip bıdı bıdı yapmayacaksın söz mü? “
“ Söz, söz hadi. “
Onu hazırlanması için rahat bırakıp koridora çıktı. Ortak kullanmak için duran, gümüş kutunun içindeki bütün parayı alıp cüzdanına yerleştirdi. Duştan sonra hazırlanıp çıktılar. Taksi durağına yürüdüler, sırası gelen Sadık’ın taksisine binip Çeşme’nin yolunu tuttular. Sadık hoş sohbet bir yol arkadaşıydı. Fuat gibi bayık biri değildi. Onunla yol keyifli geçiyordu. Değişik müşterilerle geçen diyaloglarını anlatıp onları kah şaşırtıyor, kah güldürüyordu. Vardıklarında aslında Eray da uykunun esamesi  kalmamıştı ama, yine de kendini koşup yatağa atmıştı. Kahvaltı yapmış olsalardı  akşama kadar çarşaf gibi serilmiş yatardı da midesi zil çalıyordu. Dön sağa, dön sola...
“hiç diyor mu, canım kardeşim aç açına nasıl uyuyacaksın. Sana krallar gibi bir kahvaltı ettireyim de güzel güzel uyu.”
“ben mi dedim kendini girer girmez yatağa at. Tembellik edeceksin ya tabiiii uyanık seni. Alışverişe gidiyordum bende şimdi. İstersen önce gidip kumru yiyelim sonra alışveriş yapar döneriz.”
“kumru diyorsun, gelmez miyim hiç”
Önce karınlarını doyurdular, sırayla manava, kasaba, mandıraya ve fırına uğradılar. Aldıklarına bakılırsa rahat bi dört beş gün buradaydılar. Buğra aldıklarını yerleştirirken Eray yediği üç kumrunun ağırlığıyla kendini koltuğa bırakmıştı. Buğra işi bitince, bitişik komşularının bahçesine geçti. Bahadır bey o sırada havuzun yanındaki tahta şezlonga uzanmış güneşleniyordu. Arkadan bir ses
“ aaaa Buğra, oğlum hoş geldin, ne zaman geldin?”
“hoş bulduk Neriman teyzecim. Sabah geldik nasılsınız?”
Bahadır bey yüzüne kapattığı beyaz şapkasını kaldırıp aynı sevinçli tepkiyi verdi.
“oh oh kimleri görüyoruz efenim. Evlat! Gel de bir sarılayım sana”
Buğra’yı küçüklüğünden beri tanır çok da severlerdi. O nazik, efendi, hatırnaz, ağırbaşlı hali tavrı ile  bu yaşlı çiftin gözdesiydi. Neriman hanım hemen içeri dönüp buz gibi limonata doldurduğu bardakları masaya yerleştirirken, Buğra da Bahadır beyi kaldırıp masaya gelmesine yardımcı oldu. Limonatalar yudumlanırken hal hatır faslı intizamlı şekilde kimse unutulmadan geçildi. Babasının yeni eşi ve küçük kızıyla geçen hafta sonu yazlığa gelip üç gün kaldığını ,komşuları Murat beyin oğlunun görkemli düğününün detaylarını, uzun zamandır komada olan Faik beyin Çarşamba günü vefat ettiğini, Neriman hanımın şeker hastalığına rağmen  eşinden gizlice alıp sakladığı baklavaların  nasıl karıncalara yem olduğunu ve daha nicelerini dinledi Buğra.
“geçen hafta gelseydin denk gelecektiniz babanla demek ki” dedi Bahadır bey.
“aman iyi ki gelmemişsin oğlum. Amaaan o kardeşin ortalığı çınlattı sürekli. Onu istiyorum, bunu istiyorum. Ne şımarık bir şey o kız. Seninle alakası yok. Ah anneciğin ne güzel terbiye verdi sana. Çok hanımefendi kadındır senin annen. Çok çekti babandan ne yazık ki. “
Sözler boğazına düğümlendi. Konu babasıyken herhangi birisinden bahsediliyor gibi umursamaz davranabiliyordu. Ama annesi söz konusu olunca iliği kemiği titriyordu. Annesi onun en değerli varlığıydı. Çok uzakta, ta Fransa da yaşıyordu. Felç geçirince kız kardeşinin evine yerleşmişti. Annesi Fransa da, Buğra yatılı okulda, babası... Neyse! Babası onun karanlık tarafıydı nerde ne yaptığının da bir önemi yoktu.
“Bahadır amcacım size akıl danışacaktım.”
“buyur evlat”
“şimdi ben bahçeye elma ağacı ekmek istiyorum da neresi uygun olur? Fide mi fidan mı alacağım. Yani bu konuda bilgim yok da, siz bilirsiniz bahçe işlerini. Ne kadar çukur kazmalıyım onun için, onu bile bilmiyorum.”
“ sen bırak bana o işi. Neriman cumartesi mi gelecek Sadullah efendi? “
“ evet bey”
“tamam bizde pek iş yok zaten, akşam ararım onu ben. Ne lazım ise alsın gelsin cumartesi eksin ne istiyorsan”
“yok Amcacığım, ben kendim ekip yetiştirmek istiyorum. Yetişir derseniz elmanın her çeşidinden hemde.”
“nereden çıktı bu elma sevdası? Sen pek sevmezsin diye biliyorum ben” dedi Neriman hanım.
“ sevmez miyim hiç bayılırım elmaya”
“ toprağı güzel bahçenin, her türlü meyve yetişir kanımca. Yetişkin fidan al. Kökü  tamamen toprağın altında kalacak derinlikte çukur kaz. Can suyunu verdin mi Allah’ın izniyle büyür gider inşallah. Sen olmadığında bakarız biz merak etme.”
Gerekli bilgileri de aldığına göre  ertesi gün gidip fidanlıktan bulduğu çeşitlerden alabilirdi. Oradaki satıcıdan da ne yapılması gerektiğini tekrar sorabilirdi.
   Mutfağa girip aldığı etlere terbiye hazırladı. Sonra etleri içine yatırıp dolaba kaldırdı. Hava epeyce ısınmıştı. Kafasını uzatıp Eray’a baktı. Hiç kalkacağa benzemiyordu. Mayosunu giyip yazlığın önünden denize girdi. Bomboş kalan tabloya ilk elma ağaçları yerleşecekti. Babası bakımı zor diye havuz yaptırmak istememişti ama ilerde böğürtlenlerin çiti sardığı tarafa bir havuz yaptırsa güzel olurdu. Verandayı sarıp gölgelesin diye sarmaşık gülü, yasemin yada hanımeli gibi tırmanan bir bitki ekebilirdi. El yapımı sallanan hasır sandalyeyi havuzu görecek şekilde yerleştirirdi. Özge’yi  sallanan sandalyesine oturttu. Çocukların biri tıpkı onun annesinin dibinde oturduğu gibi oturuyordu. Diğeri Buğra’nın yanında babasının topladığı elmaları sepete koyuyordu. Nasıl güzel bir kız çocuğuydu. Annesi gibi güzel bir kız. Küçük kızları ise  basamakta oturmuş oyuncak bebeği ile oynuyordu. Ya onlar fark etmeden kalkar havuza  giderse! Sakın gitme kızım! Hemen havuzu kaldırdı, önceliği güvenli bir ortamdı. Çocuklar büyüsün o zaman düşünürdü. Böyle havuzsuz daha iyi bir tablo olmuştu. Gün gelecek tabloda herkes yerini alacaktı. O şimdilik sadece elma ağaçlarının olduğu yeri şekillendirebilirdi. O ideallerini gerçekleştirebilirse  ağaçlardan sonra sırasıyla Özge ve ikisinin boy boy çocukları da yerlerini alabilirdi. Denizden çıkıp  kumsala uzandı. Güneşin ve hafifçe esen rüzgarın etkisiyle uyuyakalmıştı. Kolunun üzerinde bir sıcaklık hissetti, yumuşak fakat ağır bir şey. Gözünü aralayıp ne olduğuna baktı.
“ ooo küçük dostum, kokumu mu aldın sen.”
Bezgin’i  yavruyken böğürtlen çalılarının içinde bulmuştu. Sürekli yatıp uyuduğu için adını Bezgin koymuştu.
“seni özlemiştim doğuştan bezginim. Ne iyi ettin de geldin. Ne çok anlatacak şeyim birikti sana.” Etrafına bakındı, kimsenin olmadığından emin olmak istiyordu. “biliyor musun Özge beni terk etti. Sen nasıl bırakıldığında şu çalılara saklandıysan bende öyle saklanmak istedim. Beni sevdiğini biliyorum. Belki benim onu sevdiğim kadar değildir ama seviyor. Yani sevmese bana bu kadar bile katlanmazdı. Değil mi Bezgin? Ben eşeğin önde gideniyim. Çok hayal kırıklığına uğrattım firuzemi. Kimseye belli etmemeye çalışıyorum ama çok mutsuzum çok. Yine de bir kere bile elimi uzatmadım rakıya votkaya inanabiliyor musun. Ama cidden zormuş, vücut bir şekilde eksikliğine tepki veriyor. Çok sinirli, agresif oluyorsun ilk zamanlar, başın ağrıyor dahası da var tabi. Bu beden Özge’nin yokluğuna dayanacak ama içkinin yokluğuna dayanamayacak öyle mi? Tabi nasıl dayandığımı gel birde bana sor. Bir saat görmesem özlüyordum şimdi var halimi sen düşün. Aşk çekilecek dert değil dostum, sen sakın aşık olayım deme. “ Bezgin uyuyordu. “ooo  sende Eray gibi ne zaman derdimi anlatacak olsam dikkat kesiliyor cümlelerim bitmeden uyuyorsun. “
“ hiç utanmıyorsun değil mi? Köpeğe dedikodumu mu yapıyorsun. Sen bir daha Eray dersin elbet”
Arkasında elinde meyve kasesiyle ağzından kiraz çekirdeklerini çıkarıp ona atan Eray’a gülüyordu. Kapris yaparken bile şebeklik yapıyordu.
“hepsini mi ıskalar insan.”
“yooo küçük diye hissetmiyorsundur.”
“hım öyle diyorsun. Onları tek başına yemeyeceksin herhalde”
“öyle bir yiyeceğim ki afiyetle soğuk soğuk. Mis mis.”
“benim elim ayağım tutuyor şükür kendi meyvemi kendim alırım.”
“maalesef alamazsın çünkü hepsi burada”
“yanılıyorsun bu kadar az almadık ki”
“yaniii ben belki buraya getirmeden önce birazını yemiş olabilirim.”
“üzerine koca bir bardak su iç çok iyi gelir”
“tabi tabi. Ne kadar düşüncelisin maşallah. Napolyon muydu bunun cinsi?”
“evet”
“keşke sende yiyebilseydin” dedi boş kaseyi çevirirken.
“patla emi Eray patla. Yatakta geçirecektin gününü, şimdi tuvalette geçireceksin. İnsafsız insan bir tane verir bari.”
“ ben yüzerken sen derdini köpeğine anlatırsın artık .”
Boş kaseyi Buğra’nın karnının üzerine bırakıp denize atladı
“görüyorsun değil mi Bezgin. Bizde bunu dost diye bağrımıza basıyoruz, bunlar hep yokluktan heeep yokluktan” diyordu yüksek sesle. Eray yüzüne keyifli  bir ifade yerleştirmişti. Dans ediyor, suya sırt üstü kendini atıyor, uzanıyor, taklalar atıyor, bu mutlu, umursamaz ifadesini göstermek için Buğra’nın dikkatini çekmeye  çalışıyordu.
Buğra doğrulunca Bezgin de ayağa kalktı.
“akşama ziyafet var, seni de bekliyoruz” bahçedeki duşta tuzlu suyunu attıktan sonra üzerini değiştirip mutfağa geçti. Salata malzemelerini çıkarıp yıkadı. Mutfakta zaman geçirmeyi seviyordu. Mangalda iyi olduğu kadar diğer yemeklerde de iyiydi. Değişik soslar üretmekten büyük keyif alıyordu. Sabah kahvaltılarını hafif ama kaliteli tutuyorlar, akşam yemek sofralarını mutlaka şık bir restoranda hazırlanmış gibi hazırlıyorlardı. Onların evi öğrenci evi olmaktan çok uzaktı. Hele de iki erkek öğrenci evinden. Özenli sofralar, düzenli yaptıkları temizlik, öz bakımlarına gösterdikleri hassasiyet, temiz ve ütülü giysiler. Hem de daha o yaşta.
  Eray da bir süre sonra yanına geldi. Buzdolabından çıkardığı sudan kana kana içti
“deniz adamı fena susatıyor”
“iç paşam iç. Akşama göreceğim ben seni. O napolyonlar bu serin sularla bağırsaklarına yelken açınca güleceğim ben.”
“aman ne komik. İki kiraz ne yapabilir bu bünyeye”
“bir kilo demek istedin herhalde”
“gözün kaldı gözün yediklerimde. Merak etme akşam serinliğinde alacağım sana gidip.”
“helal hoş olsun iki kirazın pardon bir kilo kirazın lafı mı olur. Dokunmasın da”
“dokunmaz dokunmaaz. Eee sen ne yapıyorsun bakayım.”
“salata, közlemek için biber, soğan  hazırlıyorum.”
“yanına içecek de almadık “
“yoğurt aldık ya ayran yaparız. Hadi sen güzel yaparsın, yap da koy dolaba soğusun”
“oğlum var ya seninle gurur duyuyorum.” Dedi buğulu bir sesle. Normalde bu sofranın başında bir yetmişlik devirirlerdi. Hatta bu yaşadıklarından sonra Buğra alkol komasına girecek kadar içerdi eskiden olsa. Gerçekten gurur duyulası, büyük bir değişimdi Buğra’daki. Hazırlıklarını tamamlayıp bahçeye mangalı kurdular. Dumanlar tütmeye, kokular etrafa yayılmaya başlayınca Bahadır bey  balkondan kafasını uzatıp seslendi.
“gençler afiyet olsun. Keyfiniz bol olsun.”
Bahadır bey onlar böyle mangal sofrası kurduklarında eşinin uyumasını bekler sonra servi ağaçlarının arasındaki boşluktan usulca yanlarına süzülürdü. Kapı paslanmadan dolayı çok ses çıkartıyordu. Hanımı gittiğini anlarsa o rakıyı ona zehir ederdi. Buğra her ne kadar rıza göstermese de saygısızlık edip karışmıyordu. Ama bi yudum içse bile sarhoş olup “ada sahillerinde bekliyorum...” diye bağıra bağıra şarkı tutturup eve döndüğü için karısının ertesi günü  yapacağı ta tavayı hep birlikte dinliyorlardı.
Sofra kurulmuştu ama masada sadece ayran vardı. Bahadır bey
“gençler boş mu geçiyorsunuz, bu eski toprağı keyiflendirecek bir şeyleriniz yok mu?” diyordu karısının duymayacağı bir ses tonuyla.
“Ayranımız var, mangalda işimiz bitince közünde bakır cezvede kahve de yaparız istersen.”
“Allah Allah. Hayret şaşırdım. O zaman ben sizi rahat bırakayım”
“biz seninle de rahat ediyoruz hadi gel”
“yok ben biraz ajansı dinleyip yatarım. Yorulmuşum bugün biraz. Size afiyet olsun.”
“siz bilirsiniz Bahadır amca”
Büyük bir servis tabağını onlar için hazırlayıp götürdü etler pişince. Karşılığında büyük bir tabak kurabiye verdi Neriman hanım. Buğra tabağı burnuna yaklaştırıp kokladı. Mis gibi limon kabuğu kokuyordu. Neredeyse hepsini elinden düşürecekti. Eray Buğra’nın elindeki tabağa uzandı. Buğra sandalyeye çöktü. Eray ilk başta anlamadıysa da dostunun bu üzgün tavrının nedenini kurabiyeden bir ısırık alınca anladı. Bu Özge’nin yaptığı kurabiyenin aynısıydı. Özge okula yapıp getirdiğinde  Buğra tarifini almış sık sık yapar olmuştu. Yazlıkta yaptığında kokuyu alan Neriman hanım tadına bakmış, tarifini istemişti. Bu kurabiyeler Özge’nin elinden çıkmasa da onun tarifi ile yapılmıştı. Büyük, dışı kurabiye, içi kek yumuşaklığında, bol limon aromalı. Mangaldaki etlerden yanık kokusu geliyordu. Apar topar etleri bir tabağa aldı Eray. Ayranları doldurdu, salatayı getirdi, közlenmiş  sebzeleri, etleri  tabaklara yerleştirdi.
"sofra hazır, hadi yanaş soğumadan yiyelim"
"başla sen kardeşim, ben bi elimi yüzümü yıkayayım."
"tamam yıka gel o zaman"
Buğra yine külçe gibi ağırlaşmıştı. Özge’yi çağrıştıran belli şeyler onu bir anda sarsabiliyordu. Ellerini yüzünü yıkadı yetmedi başını musluğun altına soktu. Suyun uğultusunun içinden Eray'ın ne dediğini duyamıyordu. Kapıyı yumrukluyor bir yandan çıkması için yalvarıyordu. Raftan çektiği havluyu kafasına sarıp çıktı.
"eyvah eyvah geldi gelen, karnımmm"
Buğra başını sağa sola sallayarak, olacağı buydu der gibi bakıyordu. Bahçeye çıktı, masaya baktı. Doğruca merdivenlere ilerledi. Terliğini çıkardı. Kumsalda yürümeye başladı. Bezgin onu görünce yanına koştu. Buğra önden Bezgin arkadan..
"o kurabiyeleri neden çok seviyorum biliyor musun? Özge gibi kokuyorlar. Öyle öpüp koklayamadım gerçi hiç. Ama yağmur yağınca nasıl yayılır limon ağacının kokusu her yere. İşte onunda kokusu öyle yayılır her hareketiyle. Offf  o rüzgar saçlarından geçmeye görsün. Sırf o yüzden rüzgar ile aramda dursun isterdim. Yok böyle bir koku. Birde bu kurabiyelerin dışı sert içi yumuşak onun gibi. Özge bir yiyecek olsaydı bu yaptığı kurabiye olurdu herhalde. Sertliğini ayrı seviyorum, yumuşaklığını ayrı. Sende bir gün tanıyacaksın onu. Çok seveceksin eminim. Buraya bu eve mutlaka getireceğim, kaçarı yok. Onu kimselere bırakamam, öleyim daha iyi. Ben süremedim gözlerimi gözlerine, bir defacık öpüp koklayamadım. Mümkün değil başkası ona elini süremez. "
Kumlara bata çıka koşmaya başladı. Bezgin durup onu izlemeyi mi yoksa yalnız bırakmayı mı tercih etmişti bilinmez. Buğra deli gibi koşuyordu. Koşmak her zaman iyi gelmişti Buğra'ya. O hızlandığında yüzüne vücuduna çarpan rüzgar üzerinde, içinde, olumsuz, kötü, pis ne varsa söküp atıyordu sanki. Artık yorulup dizine dayanma gereği duyduğu zaman kendini hafiflemiş ve arınmış hissediyordu. Tişörtü sırılsıklam olmuştu. Baldırları cayır cayır yanıyordu. Durup sağına soluna baktı. Yazlıklar çok geride kalmıştı. Kumsalı aydınlatan tek ışık ay ışığıydı. Dolunayın denize yansıması büyüleyiciydi. Gece denize girmeyi  çok seviyordu. Gece denize girmek daha çok uçmak gibi geliyordu. Bu hisse o anda çok ihtiyacı vardı. Açıklara olabildiğince açıklara kulaç atıyordu.  Suyun üzerine uzandı. Dolunay ne kadar güzeldi. Orda  uzun uzadıya kalabilirdi ama  Eray'ın kendisi için endişelenmesini istememişti. Döndüğünde  Eray'ı  sahile inen basamaklarda oturmuş onu beklerken buldu. O da geçip yanına oturdu. Eray omzuna attı kolunu.
" seni merak ettim, çok geç oldu."
"farkına varmamışım, kusura bakma. Sen nasıl oldun."
"her bir kiraz senin intikamını acı acı aldı. Kapıyla tuvalet arasında mekik dokudum."
"ben sana demiştim demek istemezdim ama ben sana demiştim."
"masada her şey olduğu gibi kaldı. Isıtayım da ye"
" yok ya canım istemiyor. Sen niye yemedin."
"yiyecek halim kalmadı maalesef midem ile bağırsaklarım yer değiştiriyor sürekli."
" sen uzan ben toplarım buraları."
"birlikte toplarız."
Bir çatal bile almadan kaldırıldı sofra. Mangalın kömürü boşaltıldı. Taşlığa uçuşup yapışan küller, hortumla yıkandı. Bulaşıklar çöpler derken saat epey geç oldu. Buğra banyoya girdi önce, üstüne bir tişört, bir şort geçirip Eray'ı kontrol etti, uyuyordu misafir odasında. Alt kata mutfağa indi. Işığı bile açmadı. Çekmeceden bir kaset çıkarıp teybe taktı. Sesini kıstı. Salon ile mutfağı bölen tezgahın önüne çekti sandalyesini. Önündeki tabağa baktı. Eline bir kurabiye alıp kokladı. Aklına bu kurabiyelerden ilk kez tattığı gün geldi. Özge kantinde otururlarken çantasından bir saklama kabı çıkarmıştı. Kapağını açtığında bu nefis koku yayılmıştı. Çok özlüyordu o günleri. Göğüs kafesindeki her kemik kalbinin içine batıp çıkıyordu. Göğsünde hissettiği acının bir tarifi yoktu. Daha önce de bu kadar süre görmediği olmuştu. O zaman kavuşacağını bildiği için miydi neydi dayanabiliyordu. Özge'nin ne telefonunu ne adresini biliyordu. Beyhan'dan istese vermezdi, Serap da söylemezdi. Özge onları bir kaşık suda boğardı. O ulaşmasını isteseydi zaten kendi söylerdi. Çok kere takip etmek istemişti ama  yakalanmaktan korkmuştu. Özge bir şey yapıyorsa mutlaka mantıklı bir sebebi vardır diye düşünmek onu rahatlatıyordu. İstese her türlü bulurdu yoksa.                                              
    Kaset döne döne Sezen Aksu'nun Firuze şarkısını çalıyordu. Bu şarkı Özge'yi nasıl güzel anlatıyordu. Gerçi o çok daha fazlasıydı. Onu anlatmaya, tarif etmeye kelimeler yetmezdi. Güldüğünde gözlerinin içinden bir ışık demeti çıkardı sanki. Kocaman, koskocaman gülerdi. İnci gibi dizilmiş dişleri baştan sona görünürdü. Dolgun, biçimli  dudakları mükemmel atılmış bir imza gibi dururdu yüzünde. Bakarken gözlerine değil içine bakardı karşısındakinin, ürpertici birşeydi bu. Derinden, delici bazen ukala çoğunlukla mütevazi bakışlar. Göz rengi ela desen değil, bal desen değil, haki desen değil. Gür, sarı, bukleli, uzun saçlarını salıp başını öne eğer, parmaklarını içine koyup çırpar gibi bir hareketle karışıklığını açar sonra arkaya savururdu. Buğra bu ana ilk tanık olduğunda her bir saç telinin ucunda bir ok varmış ta ona fırlatmış gibi vurulmuştu. Keşke onu kimse görmese, duymasa, bilmese idi. Birisi ona baksa, ilgilense karnına kramplar giriyordu. Çok kişiye haddini bildirmek zorunda kalmıştı yaveri Eray ile. Beli silahlısı, çekingeni, arabeskçisi, popçusu, topçusu, yurtlusu, yakışıklısı, çirkini etrafında dört dönüyordu Özge'nin. Rakibi çoktu. Nasıl olduysa kimsenin yüzüne bakmayan Özge onunla tanışmayı kendisi istemişti.
   Buğra gözyaşlarını tutamıyordu. Kim demişti  zaten erkekler ağlamaz diye. Öyle bir ağlarlardı ki hem de . Babası gibi duygusuz değildi o. Ağlamak ayıp mıydı hem. Onu orada böğüre böğüre ağlamaktan kim alıkoyabilirdi.
  Eray su içmek için kalktığında inceden çalan müziği duydu. Merdivenlerden sarkıp içeri bakındı. Görünürde kimse yoktu. Aşağı indi. Ay ışığı salonun penceresinden içeri sızıyordu. Tezgahta teybin renkli ışıkları bir yanıp bir sönüyordu. Dikkatle bakınca tezgaha kendini kapatmış olan Buğra'yı gördü. Onun  kendini izlediğini fark etmiş olsa gerek hızlı bir hareketle yüzünü sildi.
"bir şey mi istedin kardeşim"
" bir bardak su alacaktım. Uyumamışsın?"
" uyku tutmadı ya. Biraz müzik dinleyeyim dedim"
"oğlum ben çok acıktım ya. Bi iki bişey atsaydım ağzıma iyi olurdu. Lambayı açsam rahatsız olur musun?"
"tabi ki"
" tabi ki ne? Yani rahatsız mı olursun?"
"of Eray aç yani."
"kızma kızma şaka yapıyorum"
Lambayı açıp buzdolabına yöneldi. Süt şişesini tezgaha bırakıp iki bardak çıkardı. Doldurup birini Buğra'nın önüne koydu. Karşısına bir sandalye çekti. Kurabiye tabağını ortaya kaydırdı. Bardağını tokuşturmak ister gibi havaya ona doğru kaldırdı.
"Özge'ye"
Buğra nemli gözlerle Eray'a baktı. Bardağı tutup kaldırdı.
  "Özge'ye"
Kurabiyeden bir ısırık, bir ısırık daha. Dudaklarında acı bir tebessüm vardı ikisinin de. Gözyaşları içine akarken büyük dalgalar oluşturuyor ve sanki Buğra'yı boğuyor gibiydi. Göğsü çırpınıyor gibi yükselip alçalıyordu. En yakın dostunun bu hali Eray'ın içini acıtıyordu. Yediği içtiği ayrı gitmeyen kardeşi derdini ona değil ağaca, suya, hatta Bezgin'e  ama en çok yastığına anlatıyordu. Buğra koşuya çıktığında bütün evin pencerelerini açıp evi havalandırmak için odasına girdiğinde görürdü ıslak yastığını. Yemyeşil gözleri kan çanağına dönmüş, o güzel burnu kızarmış ve şişmiş oluyordu. Eray  her şeyi zaten biliyordu. Niyeti onun dökülüp rahatlamasıydı. Belki teselli edecek birkaç, cümlesi de olurdu. Sanki o an bunun için uygunmuş gibi geldi
  " biliyor musun Buğra? Ben hep senin gibi iyi anlaşabileceğim bir kardeşim olsun isterdim. Gerçi ana baba bir kardeşim olsaydın yine böyle olur muyduk bilmiyorum.  Sen Eray bana canın lazım desen buyur koçum derim. Bilirim ki sende düşünmezdin .  Yani tamam bazen sana bu kadar yakışıklı olduğun için gıcık oluyorum. Seninle dışarı çıkmaktan nefret ediyor da olabilirim. Şu mükemmel varlığım senin yanında sönük kalıyor, kısmetimi kapatıyorsun. Seninle tek sorunum bu yani. Belki sonuçlar belli olduğunda başka şehirlere yerleşmek zorunda kalacağız. Farz edelim ki öyle oldu. Onca paylaştığımız zaman, kardeşliğimiz, anılarımız yok olup gidecek mi? Tabi ki hayır. Yani demek istediğim o ki dostum sevmek dip dibe olmayı gerektirmez, ayrılık da aşkı öldürmez. Onların dediği aşk başka aşk bence. Yanındayken hem fiziken hem ruhen sevebilir, sevdiğini gösterebilirsin. Uzak kaldıkça bir süre daha aklında yüzünü net bir şekilde tutabilirsin. Sonra eskimiş bir fotoğraf olacak bazı detayları silinecek. Sonraları, çok sonraları flu bir siluet olmaktan öteye geçemeyecek. Bir bakmışsın ki bir gün.... Ama gerçekten bütün ruhunla ve bedeninle seversen ruhlar  zaman mekan  tanımaz . Siz yıllar geçse de hatta bin yıl geçse de hatta hatta iki ayrı dünyada yaşasanız da  durum değişmez. Siz zaten vıcık vıcık bir aşk yaşamıyordunuz ki. Özge değişik bir kız,  sanki kendi isteğiyle büyük bir kafesin içinde yaşıyor gibi. Kolay kolay da o kafese birini sokmaz diye düşünüyorum. Sen de o kafese giremiyorsan kafesiyle sırtlayıp taşıyacak kadar güçlü olmalısın. Yani bence doğru yolda ilerliyorsun. Sen sadece uzak kaldığınızı düşün. Ayrılık size uzak bir kelime. Sana güç toplaman için zaman tanımış Özge."
  Öyle içi boş teselli sözleri değildi söyledikleri. Buğra'nın da duymak istediği şeylerdi. Doğru düşünüyordu demek ki.  Bunun gerçek bir ayrılık olmadığına o da bütün kalbiyle inanmak istiyordu. Uzak olmaya razı olabilirdi ama unutulmaktan korkuyordu. Özge bitirdim diyorsa gerçekten bitirirdi, biliyordu. Aşkından ölse geri dönmeyebilirdi.
  Ay ışığının yerini gün ışığı almaya başlıyordu. Eray uzandığı koltuğa kafayı vurduğu gibi uyumuştu. Buğra üst kattaki balkona çıkıp hasır koltuğa oturdu. Güneşin doğuşuna yakın ufuktan geçen balıkçı teknelerinin motor sesleri sahilde yankılanıyordu. Çocukken o seslere uyanır balkona koşardı. Görüyorlar gibi onlara el sallardı. Annesi de arkasından çıkar oğluna eşlik ederdi. Kesmeye kıyamadığı sarı hafif dalgalı saçlarını geriye doğru atar, burnuna bir öpücük kondururdu.
  "benim yakışıklı oğlum. Sen bana uğur getirdiğin gibi onlara da uğur getiriyorsundur. Kim bilir ne çok balık tutuyorlardır sen onları her gün böyle sevgiyle selamlayarak gönderdiğin için."
  "o kadar çok balığı nasıl yiyorlar anne, karınları ağrımaz mı?"
  "balıkçı amcalar tuttukları balıkları döndüklerinde türlerine göre ayırırlar sonra onları, baban gibi çocuklarına taze balık yedirmek isteyen babalara satarlar. Kazandıkları parayla da evlerine ekmek götürürler."
"e onların çocukları taze balık sevmez mi ki? Niye ekmek yediriyorlar."
Annesi tebessüm edip
"yok canım oğlum, öyle değil. Sadece ekmek değil, çocukları ne seviyorsa onlardan alırlar. Yoksa her gün balık yenir mi hiç. Meyve, sebze, et, tavuk, peynir zeytin alıyorlar."
"ben her gün yerdim anneciğim ımmhh."
"o kadar çok mu seviyorsun balığı bakalım?"
" denizde ayağımı çimdikleyen balıkları sevmiyorum. Ama senin yedirdiğin balıkları çok seviyorum. Onlar beni yiyorlar, bende onları yiyorum" demiş, ağzını kapatıp hınzır hınzır gülmüş, devam etmişti
"anneciğim, bende büyüyünce balıkçı olabilir miyim?"
Annesine sorduğu bu soruyu  alaycı ses tonuyla babası cevaplamıştı yattığı yerden
"olacağı o zaten!"
Annesi içeriye ters bir şekilde bakıp  babasının cevabına alkış tutan oğluna dönmüş, dizlerinin üzerine çöküp
" sen ne istersen olabilirsin  yavrucuğum. Ne olursan ol ben seninle hep gurur duyacağım"
Çook yıllar sonra babasının aslında orada ne demek istediğini anlamıştı. "aptal çocuk, aptal!"  Zaten öyle babası, çocuğuna taze balık yedirmenin derdine de hiçbir zaman  düşmemişti. Kendisine aldığından onlarda nasipleniyorlardı, o kadar. Buğra düşmüş, kalkmış, acıkmış, susamış, hasta olmuş, babasını özlemiş falan hiç umurunda değildi. Üst düzey, sert, katı, taş gibi, beton gibi  bir askerdi. Sevmenin ne demek olduğunu bilmiyor muydu, biliyordu da unutmuş muydu acaba. Böyle olmayı bir erdem gibi görüyor olmalıydı. Naif, hassas, ince ruhlu kişiler ona zayıf ve kapasitesiz görünüyordu. Erkek dediğinin kolu kopsa kanı akmamalıydı. Ağlamak kadınlara has ama asla tahammül edemediği bir şeydi. Annesi kendi yerine bir seviyorsa babasının yerine bin seviyordu. Onun hatasını, eksiğini, kabalığını örtmek, onu sevimli göstermek için olağanüstü bir çaba harcıyordu. Fakat ne yaparsa yapsın, ne kadar uğraşırsa uğraşsın, babasının varlığı da yokluğu da Buğra'nın hassas ruhunda derin yaralar açıyordu. Zamanla Buğra babasının varlığını değil yokluğunu sever olmuştu. Babası hafta sonu geldiğinde bir an önce gitsin diye bakardı. Bundan dolayı olsa gerek eskiden beri hafta sonlarını  pek sevmezdi. Özge'den sonra hepten nefret etmişti. Okul  yoksa Özge de yoktu....
   Uzaktan geçen teknelere el salladı "rastgele, rastgele". Göz kapakları ağırlaşıyor, uykuya direnci kırılıyordu. Yeni güne uyanmamıştı ama karşılamıştı. Olduğu yere kıvrılıp uyudu. Ta ki güneşin kavurucu sıcağı kolunu yakana kadar. İçeri girdiğinde duvar saatine baktı. Saat iki buçuk olmuştu. Nasıl o kadar uzun süre uyuduğuna şaşırdı. Saati görmese daha bile uyuyacaktı. Salona indi. Eray orada değildi. Herhalde yatağına geçti diye düşünürken anahtar şıngırtısını duydu. Eray elindeki poşetleri göstererek
  "hadi yine iyisin, enfes bir kahvaltı seni bekliyor. Bir sucuk aldım kasaptan var ya Offf diyorum, başka da bir şey demiyorum. Ha tabi birde sana kiraz aldım söz verdiğim gibi."
  "ooo, harika. ben nasıl uyudum bu kadar böyle. Sen uyandığında beni de kaldırsaydın ya."
  " bende bir gibi uyandım. Baktım ses yok, ellemeyim de uyusun biraz dedim. Uzun zamandır doğru düzgün uyumuyordun. Kalktım  çayı koydum, verandayı yıkadım, masayı çıkardım. Her şey hazır sayılır. Sucuğu da cızlattım mı tamamdır. Ekmek var diye almayacaktım ama fırından öyle kokular yayılıyordu ki dayanamayıp oradan da ekmek, gevrek birde kıymalı börek aldım"
" bu kadar oburluk, pes. Bir gün orta yerinden çatlayacaksın. Hayır, karnın doysa gözün doymuyor."
" canım aldımsa kendime mi aldım sadece. Birlikte yiyeceğiz işte. Ayrıca istediğim kadar yerim sana ne? Lokmalarımı sayıyor adam sürekli yahu."
" yok, bütün enerjimi ona sarf edemem. "
" canım kardeşim benim ya, ne kadar da komik. Hadi karıcım çok dır dır yapma da çayı doldur. Tövbe tövbeee. "
" zıkkımın kökünü ye emi, pis şebek "
" lezzetli ise onu da yerim, o kolunu da yerim hazır kızarmış. "
Eray kikirdeyerek elindeki poşetleri boşaltıp son hazırlıkları yaptı. Buğra çayı bir termosa boşaltıp demini kontrol etti.
" çayın rengi kokusu bir harika eline sağlık. Bergamotlu çayla mı demledin. "
" bilmem ki, şu teneke kutudan koydum."
"evet o bergamotlu  çay. Bu çaydan Neriman teyze  içmiş bir yerde, çok beğenmiş bulup almış. Bana da verdi geçen geldiğimde. Bende iki kutuya böldüm Özge'ye de vermek için. Acele ile çıkınca almayı unutmuşum, nasip değilmiş" dedi buruk bir ifadeyle
" eminim o da beğenirdi. Bir gün kendi ellerinle yapıp tattırırsın umarım dostum. "
" umarım "

KÜSTÜM ÇİÇEĞİ (tamamlandı)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin