sevgili günlük,
başıma gelen bütün olayların sebebini kendi hatalarımdan kaynaklandığını biliyorum. olması gereken seçimler yapmadığım için, bencilce düşündüğüm için ve sadece kendi çıkarım ve mutluluğum için hep yanlış kararlar aldım. bir adam sevdim, asla sevmemem gereken birini. bana dünyaları teklif etti, kabul ettim, verdiği dünya benim ona vaat ettiğim kendi dünyam olduğunu fark etmem çok sürmedi. ona kendi ellerimle verdiğim bu kıymetli şeyi, bana sanki kendi yapmış gibi verdiği için ve bunlara göz yumduğum için onu gözümde fazla abartmışım.
kimse abartılacak kadar değerli değil. kimse masum değil. kimse suçsuz değil. hepimiz nankör insanlarız, sahte insanların arasında doğduğumuz için sahte olmaya alışmışız. gerçeği kim söyleyecek? kim herkesten hesap soracak? kim?
ben değilim. yapamam. çünkü onu aylar sonra karşımda gördüğümde içimde tek bir duygu filizleşti. nefret. arkamda Seonghwa kolumdan tuttuğu elini nazikçe çekip yerde oturan eski nişanlıma baktım. çenem titriyordu, dişlerimi sakin kalabilmek adına sıkmaktan. ellerim titriyordu, hırçınlaşıp üstüne atlamamak için. sustum. bekledim. beni bu bokun içine kendi elleriyle attıktan sonra hangi yüzle karşıma geldiğini çok merak ettim. sonunda durumun ciddiliğini fark edince kendisi ayaklandı ve bir adım yaklaşarak kollarımdan tuttu. "Sunay..." ismimi ağzından duymayalı çok oluyordu, onu görmeyeli, onunla konuşmayalı, hatta hala aynı kokuyordu. alt dudağımı dişlerimin arasına alıp ısırdım. ağzıma gelen metalik tat, onun bana sarılması kadar iğrenç gelmemişti bana. ama kımıldamadım. durdum sadece.
"seni çok özledim." kulağıma doğru yaklaştırdığı başıyla fısıldadı. tüylerim diken diken oldu. tam yanıbaşımızda duran Seonghwa ne tepki verdi görmek istemiştim, fakat beni saran kaslı kollar kımıldamamı limitledi. sonunda benden ayrıldığında iki eliyle yüzümü elleri arasına aldı, havanın karanlık olmasına rağmen gözlerinin içindeki parıltıyı görmüştüm. acaba o da benim gözlerimde ona karşı olan nefretimi net bir şekilde sezebilmiş midir? hoş, fark etmese bile birazdan söyleyeceklerimden anlayacağı kesinleşecek.
"Ben, her şeyi anlatacağım sana. gel benimle, geri dönelim Fransaya. ait olduğumuz yere. her şeyi düzelteceğim, yemin ederim Sunay bu sefer başka olacak." sesindeki ikna edici ton, eski Sunaya söylenseydi kesinlikle kanardı. inanırdı. ama hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı bu saatten sonra. olamazdı. kırılan vazo eski halini almadığı gibi, yapılan yemek ertesi gün tekrar ısıtılıp yendiğinde aynı tat vermediği gibi, bizim ilişkimizde aynısı olmayacaktı. kırıklarım vardı bende, onun bile teker teker toplasa yerine getiremeyeceği. ne değişecek ki?
"nerden buldun beni?" boğazımın kuruluğu yüzünden sesim titrek çıkmıştı, çünkü aklıma gelen tek soru bu olmuştu. beni nasıl burada bulmuştu? oturduğuna göre burda olduğumu biliyordu, peki bunu nasıl becermişti? dilini bile anlamadığı, tüm sokaklarım birbirine benzediği bu şehirde, mahallede beni nasıl bulmuştu?
sorduğum soru karşısında biraz tereddüt etti, hatta bir an gözleri gözlerimden ayrıldı. hala yanımızda duran ve bakışlarını üzerimde hissettiğim Seonghwa'ya bakışı değdiğinde anlamadığım bir şekilde kaşlarını çattı. "bu kim?" diye sordu onu işaret ederek. benden cidden cevap vermemi mi bekliyordu? konumum nereye gittiği sinirlerimi bozduğu için gülmeye başladım, bir elimle de gözlerimi kapattım. istemedim, beni bu acınası halde görmesini istemedim. zaten bileğimde elini hissettiğimde tüm sinirlerim vücudumu ateş haline aldı. hışımla çektim elimi, bana sinirle bakmıyordu artık."sanane? kimse kim? çok mu umrunda?" derince nefes alıp bir adım geriledim. ellerimi boynumda birleştirdim ve söyleyeceğim şeyleri nasıl ifade etmem gerektiğini düşündüm. sonra, siktir et Sunay dedim kendi kendime.
"sen hangi yüzle karşıma gelip bana bunu soruyorsun? hangi yüzle ya? sen değil miydin beni arkasında bırakıp giden? sen değil miydin beni bu cehenneme atan? neyi merak ediyorsun?! tamam." nefesimi kontrol etmek istiyordum ama nefesimden önce içimde ona söylemek istediğim çok şey vardı ki.
"tamam hadi bıraktın gittin!" yanağımda hissettiğim gözyaşlarım ve yükselen sesimle sokaktaki herkesin ilgisini üzerime çekmiş olabilirdim. ama anlayamazdı, yaşadıklarımı ve hissettiklerimi hiç kimse anlayamazdı. "hiç mi düşünmedin ben burada ne yaparım diye? hiç mi düşünmedim nasıl yaşarım diye? sen beni hiç mi sevmedin? hiç mı değer vermedin? hiç mi acımadın?" sonlara doğru söylediklerimde sesim kısılmıştı. O ise bana sadece boş gözlerle bakıyordu, sanki kendini buna yokluğu boyunca hazırlamış gibi. bu beni daha fazla çileden çıkarttı.
"sokakta kaldım! aç kaldım! susuz kaldım! aylar boyunca neden gittiğini anlamaya çalıştım. sabahtan geceye kadar çalıştım gözüme uyku girmeden, bu soğukta titreye titreye çalıştım ama Tanrı bilir sen o vakit n'apıyordun?" alayla güldüm ve sinirle göz yaşlarımı sildim. fazla göz yaşı döküyordum değersiz birine.
"gözlerimin içine bak." birkaç adımda aramızdaki mesafeyi kapattım ve elimle çenesini tutup yüzünü yüzüme yaklaştırdım. oysaki bu yüzü görmek için bütün yüzlere gözümü kapatmıştım, kalbimi dahil. sırf sadece o olsun diye herkesi silmeye göze almıştım. simdi ki durumumuza bakın. acınacı haldeyiz.
"içimdeki açtığın bu yara iki kurumuş sözlerinle kabuk bağlamaz. sen be-"
"gidelim. seni almaya geldim. her şeyi telafi etmek için. üç saat sonra uçak kalkacak Fransaya. gidelim Sunay. sana kendi hayatını tekrar vereceğim." nefesi yüzüme çarptığında söylediklerini sonradan idrak ettim. ne yani, bitti mi? eve dönecek miydim? hayır, olamaz. yalan söylüyor.
"yala-" sözümün bitmesini beklemeden sırtında taşıdığı çantasından iki bilet çıkardı. bana doğru uzattığı bileti titreyen ellerimle aldım."Mme. Sunay E****
Vol en France le 31 décembre à 01:20. Embarquement immédiat. Bagage inclus."biletin üzerinde adımı görmemle kalbim takla attı. yalan söylemiyordu. cidden beni geri götürecekti. her şey sona varacaktı. artık eve dönebilecektim.
"Sun-Ah" gözyaşları içinde baktığım biletten bakışlarımı çektim ve sesin geldiği yöne baktım. Seonghwa. elimden bileti aldı ve baktı. uçak biletini olduğunu anladığında gözlerimin içine derince baktı, yüzündeki ifadeyi asla anlatamazdım. ardından bileti tekrar bana uzattı ve bir şey demeden binaya girdi. içimde kırılan bir şeyler oldu. yanlış geldi bana öyle çekip gitmesi. elveda bile edememiştim.
"gel gidelim."
"beni bekle." dedim ve koşarak bende binaya girdim. ne olursa olsun ona teşekkür borçluydum, sonuçta Koredeki hayat mücadelemde başrolda o vardı. en çok o yardım etti, beni dinledi, destek çıktı, hatta evine aldı. öyle bir şey söylemeden çekip gidemezdim. kapıya geldiğimde kapının açık olduğunu fark ettim ama aldırmadan içeriye girdim. salondaydı. düşünür gibi hali vardı. yanına yaklaştığımı fark edince gözlerimiz birleşti ama hemen eğdi başını. koltuğa yanına oturduğumda çekincence ona baktım."telefon?" bakışları tekar benimkilerini buldu ama yüz ifadesi çok, kırılmış bakıyordu (?). oturduğu yerden kıpırdandı ve cebindeki telefonu bana uzattı. hemen çeviriyi açıp yazma tuşlarına bastım.
"bana böyle mi veda edeceksin?"
telefonu ona uzattığımda eline aldı ve okumaya başladı. yüz ifadesi çok değişmişti. hemen cevap yazdı.
"bu gece mi?"
"evet."telefonu elimden almadan yazdığımı okumuştu. "Sun-ah." sesi titrek çıkmıştı. kafamı kaldırıp yüzüne baktım. gözleri dolmuştu.
"nal tteonajima." (beni bırakma)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
dear diary, i think i fell in love - park seonghwa
Fanfictionsevgili günlük, bende diğer kızlar gibi tanışmamızı erkekler tuvaletinde olsun isterdim. gerçi erkek tuvaletinde tanıştık, tek sorun bizim lisede olmamamızdı. ben temizlikçi, o bir artistti. bizim hikayemiz böyleydi, en azından öyle zannediyordum.