dear diary, november 20, 2018

197 19 12
                                    




20/11/2018 Seoul

sevgili günlük,

ona gülümsediğim için içimde ilk defa hiç pişmanlık yoktu, hatta kalbimin titrediğini hissedebiliyordum. o kadar uzun zaman oluyordu ki birinin gözlerinin içine bakıp derin derin tebessüm etmemek veya ben kendimi o küçük evin içinde kendi kendime kapandığım için zamanın ne kadar gözümde büyüttüğümün farkında değildim. gözlerimiz birbirine kenetliyken, elini yavaşça uzattığını fark etmemle bakışlarımı eline indirdim. o an gülümsemem yüzümden silinmiş olsa bile, gözlerim doluydu. hacir ağlamak için değil, sadece bu yaşadıklarımdan sonra içimde pişmanlık hissetmemek ne kadar de güzel hissettiriyordu. ne yapmam gerektiğini bilmiyordum, sadece eline uzunca baktım. o ise yüzümdeki ifadeyi incelediğini hissedebiliyordum, aslında aramızdaki en büyük fark buydu. yan yana olabilirdik, birbirimize dokunabilirdik ama aynı anda birbirimizden o kadar uzaktaydık ki. birbirimizi anlamak için konuşabildiğimiz ortak bir dilimiz bile yoktu, kültürlerimiz bile farklıydı. şu an mesela elini tutmam mı gerekiyordu? peki tutmazsam nasıl bir tepki verirdi? uzaklaşsam alınır mıydı? bilmiyorum ne hissettiğini ne düşündüğünü ne ümit ettiğini bilmiyordum ama bunlar hiçe umursamıyordum. ben ani yasamak istiyordum.

bu yüzden yüzüme tekrar o sildiğim tebessümü yerleştirdim ve ellerimi ellerinin arasında kayarken kafamı kaldırdım. ilk önce birlesen ellerimize, ardından gözleri dokundu gözlerime. şu an her şeyimi dokunuyordu birbirine, ellerimiz, gözlerimiz, düşüncelerimiz, kalplerimiz dahi. utanmaya başladım, kalbim cidden hızla atmaya başlıyordu ve ben sadece ne olacağını idrak etmeye çalışıyordum. çok nazik bir şekilde ellerimden tutup beni, çıktığı odaya soktu ve şarkı söylediği sandalyenin üzerine bana nazikçe oturmam gerektiğini söyledi. ellerimizi o an ayırıp kendine başka bir sandalye çekti ve üzerine utandı. o da utanmıştı, yanakları kızarmaya başlıyordu. çünkü binanın içerisi o kadar da sıcak değildi.

sonra öylece birbirimize baktık, öylece hiçbir şey demeden. gerçi ne diyebilirdik ki? ikimizde utanıyorduk, kızarmıştık ama hala, inatla birbirimize bakıyorduk. sonra bu durumun garipliğinden gülmeye başladım. kıkırdayarak başlayan gülüşüm, haykırışlara kadar çıkınca beni takip etmiş ve o da gülmeye başlamıştı. karnıma ağrılar giresiye kadar güldüm, gülmek en çok sevdiğim bir şeydi. ve sonunda gülmek için bir sebep bulduğum için bundan faydalanıyordum.

sakinleştiğimde, aslında onun benden önce sakinleşip bana baktığı fark etmemle utanmışım kat ve kat artmış, yer yarılsın da içine düseyim diye düşünmeye başlamıştım. acaba şu an yüzümde leke mi vardı? saçlarım toplu diye yüzüm tombul mu çıkmıştı? ya da dişlerimin arasında bir şeyler mi vardı? neden bakıyordu? korkmaya başlamıştım.

ayaklandığını yerdeki gölgesinden anlamıştım, adımları uzaksandığında bakışlarımı kaldırdım. odanın içerisinde, bir tek masanın olduğu tarafa doğru yürüdü ve masanın üzerinde duran telefonu eline aldı. kaşlarım çatılırken bana doğru yürüdü ve kalktığı yere tekrar yerleşti. telefonuyla uğraşırken sessizce oturmaya devam ediyordum, ta ki telefonu bana uzatasıya kadar.

açtığı 'google translate'de kaşlarım çatarak baktım. telefonu korece olduğu için çok iyi anlayamamıştım, ama galiba çevrilecek olan dili benim konuştuğum dil yapmamı istiyordu. ellerimle düğmeye bastım ve karşıma çıkan ilk dil olan türkçe tuşuna bastım. telefonu kendine tekrar dondurdu ve bir şeyler yazmaya başladı. yazdığı şey bitince bakışlarını bana kaldırdı ve telefonu tekrar bana uzattı.

"burada mı çalışıyorsun?" yazıyordu. gülmeye başladım. ne yani? böyle mi iletişime geçecektik. inanamıyordum. gülümsemem yüzüme tekrar yayıldığında gözlerimi gözlerine kilitledim ve başımı aşağı yukarıya sallayarak onay verdim. o da gülüşüme karşılık verdi ve telefonu tekrar kendine çevirip bu sefer başka şeyler yazmaya başladı.

"korece bilmiyorsun. ne yapıyorsun burada?" okuduklarım bir diken gibi kalbime batarken, ellerim titremeye başladı. nasıl anlatsam, o kadar üşüdüm ki bir anda. sanki biri beni cehennemden almışta, buz dolusu bir küvetin içinde boğuyormuş gibi. donakaldım, sadece sorduğu bir sorunun karşısında donup kalmıştım. ee sunay? ne diyeceksin ne yazacaksın ne cevap verebilirsin bu soruya? gözlerim doldu, sinirlerim çok bozulmuştu ve nasıl bir tepki vermem gerektiğini hiç bilmiyordum. bu yüzden her yaptığım gibi, ayaklandım ve hiçbir şey demeden hızlı adımlarla odayı terk ettim. bir soruya, bir kocaman hikâye. okyanus kadar büyük pişmanlık, gezegen kadar düşünceler. sahi, sunay sen hala ne yapmaya çalışıyorsun? elinde bir pasaportun bile yok, nereye gideceksin? ne kanıtlayacaksın, kime ve nasıl?

bedenim savrulurken gözlerim dolduğu için her şey bulanıktı. ama anlamam gerekmiyordu, onun olduğunu biliyordum. sırtımı nazikçe duvara yaslarken gözlerimi sıkıca yumdum. acarsam ağlayacaktım, kendimi tutamayacaktım biliyordum. bağırsam, çağırsam ne anlayacaktı ki zaten? anlamazdı. hiçbir şey anlamazdı.

yüzüme değen nefesle gözlerimi araladım, zaten araladığım an gözlerimden dökülen gözyaşlarıma baktı hemen. gözlerinde pişmanlık, korku ve biraz da tereddüt vardı. veya bunlar benim kafamda kurgulandığım teorilerdi. ama umurumda değildi, gitmek istiyordum, kaçmak. bırakmadı.

"dokunma! dokunma bana!" diye bağırmaya başladım. gözlerime baktı. anlamıyorum seni, der gibiydi. "ıste sorun da bu ya," dedim ellerimi nereye koymam gerektiğini bilmediğim için onun omuzlarına düşerken. "sen beni anlayamazsın. ben senin düşündüğün gibi biri değilim, ben buraya ait değilim. ben hiçbir yere ait değilim." sesim sonlara doğru kesilirken ağlamam şiddetlendi, kaşları havalanmıştı ve bana üzgünce bakıyordu.

"mianhae" dedi gözyaşlarımı silerken. "jeongmal mianhae (cidden özür dilerim)" dedi ve anlamadığım bir anda elini başımın arkasına yerleştirip omzuna yerleştirdi. bağıra bağıra ağlamaya başladım, tanrım, o kadar uzun zaman oluyordu ki birine sarılmayalı. birinden destek almak bile kalbimi titretti. ağladım, hatta bir an yere düşecek gibi oldu ama ani refleksle elini belime koyup son anda düşmemi engelledi. şu an daha fazla utanıyordum.

bir eli başımda, diğer eli belimi okşarken kulağıma korece bir şeyler fısıldıyordu ama anlamadım. sonradan sakinleştiğim anda aslında bana şarkı söylediğini fark ettim ve cidden sakinleşmiştim.

ama su anda başımı kaldırmak istemiyordum, o kadar iyi gelmişti ki ağlamak, gözlerim sismiş olmalıydı ve olduğumdan daha çirkin olduğumu biliyordum. "böyle kalabilir miyiz?" dedim. "hm?" diye sorguladı, biraz bekledikten sonra benden ayrılmak istedi. müsaade etmeden daha çok sarıldım. bir şey demedi, öylece kaldı ve sarılmaya devam etti. sanki omuzlarımdaki yükün az da olsa birazını almıştı. sarılmak günlük, yazmaktan daha güzel olduğunu anladığım ilk an onun kollarındayken oluşmuştu.

dear diary, i think i fell in love - park seonghwaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin