30/11/2018 seoul
sevgili günlük,
kapıyı önümden açtığı anda, burnumda gelen kokuyu en derinime kadar çektim. içerisi çok güzel kokuyordu, hatta bir an tekrardan kapıyı kapatıp sırf kokuyu bir daha koklamamak için kendimi çok zor tutuyordum. kenara çekip bana yol açtığında şaşkınca gözlerinin içine baktım, bunu gerçekten istiyor muydu? sonuçta beni tanımıyorduk, tanıyorduk ama benim kim olduğumu bilmiyordu. buna hazır mıydı? ben onun için bir yabancıydım lakin şu an tamda evinin önünde duruyorduk. yüzündeki gülümseme bana 'içeri gir' diyordu fakat beynim bana kımıldama diyordu. oraya girme, başka bir erkeğe bir daha güvenme diyordu ama kalbim içeriye girmek için can atıyordu. gözlerim gözlerinin içine bakmayı kesip evin içinde gezindirmeye başladım, kapı hemen salona düşüyordu ve sağ tarafa doğru amerikan tarzı mutfak vardı. evin her kösesi resmen zenginlikten parıldıyordu, her bir obje 'ben pahalıyım' diye bağırıyordu sanki. bir adim geriledim, beni bu eve layık görüyor muydu cidden? utanarak başımı eğdim, ama ne için? hadi diyelim reddettim, nereye gidecektim? tekrar sokaklarda mı kalacaktım? eğer hayatta kalmak istiyorsam bunlara katlanmam gerek, buna mecburum ve başka çaresi yok.
oppa kapının önünde kendi kendimle olan savaşımı sessizce izledi ve yavaştan ayakkabılarını çıkardı. aynisini bende edecektim fakat beni durduran büyük bir sorunum vardı. çoraplarımı ellerimle yıkamaktan yırtılmışlardı ve şu an onları çıkarmaktan baya utanıyordum. of süper sunay, çok güzel başladık!
"euhm" diye söze başladım fakat gerisi gelmedi. ne diyecektim ki? ellerimi utancımdan nereye koyacağımı bilemediğimden boynumu tutmaya, sonra saçlarımla gergince oynamaya başladım. kızardığımı şimdiden hissediyordum fakat bunu gizlemek için saçlarımı yüzüme getirdim. gergin olduğumu şalakça gülüşümden anlamış olmalı ki, bir adim yaklaşarak aramızda kalan o küçük mesafeyi kapattı ve elini uzatıp yüzüme düsen birkaç saçı kulağımın arkasına yerleştirdi. o an başım ağrımaya ve kulaklarımdan uğultular gelmeye başladı, çok fazla utanıyordum ve o parmakları tenime değse yüzümün sıcaklığından kedini yakabilirdi.
« mwoya ? (ne oldu/ ne?» dedi sesi fısıldarmış gibi fakat fısıldamadan. kafamdan sıcak sular dökülmüştü sanki, bu ne ya? ben ne ara bu hale gelmiştim? ben nasıl gardımı bu kadar hızlı düşürmüştüm? bir adim gerilediğim sırada yüzündeki olan küçük tebessümü hemen yok olmuştu, hayal kırıklığına uğramış gibi. telaşlanıp hızla etrafa bakindim ve -az olan şansıma- yerde olan terlikleri elime işaret ettim. kafasını işaret ettiğim yere çevirdi, « hana ? (bir/bir tane)» sesim biraz titremişti fakat buna aldırmadı. kafasını bana tekrar çevirip gülümsedi ve başını hafiften eğerek dolaba doğru ilerleyip terlik aramaya başladı. bu ani fırsat bulup hızla ayakkabılarımı çıkardım ve yırtık çoraplarımı cebime sokuşturdum. kafasını tekrar çevirdiğinde sanki ayakkabımı yeni çıkarmışım gibi yapıp salakça gülümsedim. şu an çok aptal olduğumu düşünebilirdi ve bu fikir aklımdan bir saniye bile olsa çıkmıyordu. off !
terlikleri alıp hemen önüme koyduğunda vakit kaybetmeden ayağıma geçirdiğimde kalbim hızla atmaya başladı. o kadar uzun zaman olmuştu ki terlik giymeyeli, o kadar çok özlemişim ki. ah, eski hayatimi o kadar çok özlüyorum ki... derince nefes aldım ve gülümseyerek içeri giren oppayi takip ettim. hiçbir şey demeden (ne diyebilirdi ki zaten?) bütün odaları gösterdi. her şey çok güzeldi, evin dekorasyonu bile muazzamdı. evi keşfetme serüvenimiz bittiğinde oppa kendini koltuğa attı. doğruyu söylemem gerekirse şu an çok utanmıştım ve ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. utanarak (ve kıvranarak) karşı koltuğa oturdum ve evi incelemeye başladım. o ara ne zaman kalkıp karşıma gelen oppayi görmemle şaşırırken elime telefonunu uzattı, çeviri uygulamasını açmıştı; «acıktın mı?» yazıyordu türkçe. gülümseyerek telefonu elime aldım ve sadece «azıcık...» yazdım. telefonu elimden aldı ve yazanı okuduktan sonra hafifçe bana gülümsedi ve mutfağa doğru gitti. arkasından koşarak bende mutfağa girdiğimde dolaptan hazır erişteleri çıkarmıştı bile. merakla yanına gittim ve sandalyeyi çekip onu seyretmeye başladım. giydiği kalın kazağın kollarını çemredi ve gözlerim hemen kollarındaki damarlara kaydı. aşırı güzellerdi, gözlerimi resmen ellerinden alıkoyamıyordum. derince nefes aldıktan sonra kafamı dağıtmak için bu sefer mutfağı incelemeye başladım fakat bu odada ilgimi tek oppa çekiyordu.
yemeği hazırladıktan sonra tencereyle birlikle çekmeceden çubukları çıkardı. al, burada bile kendimi rezil edecek bir şey daha bulmuştum. çubukla yiyemiyordum ve sırf havayı bozmamak için sahtece gülümsedim. karşıma oturduğunda tencerenin kapağını açtı ve hemen mutfağa yayılan kokuyu ikimizde içimize çekmiştik. bütün koreliler gibi yemeğe başlamadan önce söyledikleri şeyi söyleyip çubuğu eline aldığında bende -sahte- gülümsememle birlikte çubukları elime aldım. o çubuklarıyla aldığı parçasını yerken ben çubukları tutma çabasındaydım. sonunda elime düzgünce aldığımda tencereye doğru götürdüm fakat yanlış bir hareketimle bir tanesini düşürünce oppa yemeğinden kafasını kaldırıp bana baktı. utanarak dudağımı ısırdım ve tekrar çubuğu elime aldım fakat şu an oppanin baskısı altında olduğum için ellerim titremeye başlamıştı. keşke, keşke yer yarılsa da içine saklanabilsem diye düşünürken oppa ayağa kalktı ve çekmeceden bir çatal alıp yanıma geldi. ha madem çatal vardı neden beni bu kadar zorluğun içine sokmuştu ki? elime çatalı verince utanarak gülümsedim ve teşekkür ettim.
oturmasını beklerken masanın etrafından geçti ve arkamdan giderken hiç ilgilenmeden tavada olan erişteye gözümde parlayan yıldızlarla baktım. çatalı bandırıp elimdeki tabağa birazını koydum ve üflerken hızla ağzıma götürdüm. ağzım dolu bir şekilde yerken saç diplerimde hissettiğim şeyle kafamı kaldırmıştım, arkamdakinin oppa olduğunu biliyordum fakat saçlarıma dokunması...? nefesim kesilirken ağzımdaki yemeği çiğnemeyi unutmuştum, bütün vücudum donmuştu ve ne yapmam veya ne düşünmem gerektiğini bilmiyordum. bedenim buz tutmuştu fakat saçlarımda dolanan elleri... gözlerimi kapatarak bu andan faydalanmıştım, saçlarıma dokunulması aşırı hoşuma gidiyordu. kendimi o kadar salmıştım ki, ne ara sırtımı onun göğsüne dayadığımı bilmiyordum. bunu, oppa eğilip omzumdan bana baktığında anlamıştım. elleri omuzlarımdaydı ve sırtım göğsüne dayalıydı, o an anlamıştım ellerimi saçıma götürdüğümde aslında saçlarımı topladığını. hala ağzı dolu bir şekilde ona bakarken o gülümseyerek ilk saçlarıma, sonra gözlerime ve en sonda dudaklarıma baktı. ağzımda hala erişte olduğunu unutmaya çalışırken atmosferin ne kadar gergin olduğunu anlamam karnımda kelebekler oluşturuyordu. kalbimin atisini kulaklarımda hissediyordum fakat ne ara nefes almayı bırakmıştım anlamamıştım. oppa yüzündeki gülümsemesi dudaklarıma bakılı kaldığında yok olmuştu. hızla yaklaşıp dudaklarıma küçük bir öpücük yerleştirip geri çekildiğinde yüzündeki gülümseme kulaklarına kadardı. ama ben? şaşkınlıkla ağzım açılırken hızla elimi ağzıma götürüp sakladığımda hala olanların farkında değildim. oppa beni öpmüş müydü? ne? niye?
sanki yaptığı şeyinin farkındalığını sonradan anlamış gibi, reaksiyon vermesi biraz sürmüştü. onunda gözleri fal taşı gibi açıldığında şaşkınlıkla birbirimize baktık. yenice... ne olmuştu?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
dear diary, i think i fell in love - park seonghwa
Fanfictionsevgili günlük, bende diğer kızlar gibi tanışmamızı erkekler tuvaletinde olsun isterdim. gerçi erkek tuvaletinde tanıştık, tek sorun bizim lisede olmamamızdı. ben temizlikçi, o bir artistti. bizim hikayemiz böyleydi, en azından öyle zannediyordum.