dear diary, december 30th, 2018

49 8 4
                                    

30/12/2018 seoul

sevgili günlük,

bir insan ne kadar acı dolu hayat yaşar bilemem, ama benim yaşadığım durum acının en dibine eş değerdi benim için. kendimi bir çıkmaz sokağa sokmuş, ordan çıkamadığım için daha da karanlığa doğru yürümüş, ve sonumda karşımda Seonghwa'yı bulmuştum. bana vaat edeceği geleceği, özgürlüğü ve rahatlığı düşünerek gözlerimi kapatarak güvendim ona. ama hiç bir an, hiç bir saniye bile başka birisinin olabileceğini düşünmemiştim. içimde kırılan onca parça heryere dağılmıştı ki, onları toplayıp ellerimi kanatmakta bile güçlük bulamıyordum. tükenmiştim, yorulmuştum, vazgeçmek istiyordum. doğduğum şehre, ailemin yanıma gitmek ve her şeyi arkamda bırakmak istiyordum. ana öyle bir dünya yoktu benim için, benim dünyam sadece karanlık ve yalnızlıktan oluşuyordu.

o günden sonra işler baya karıştı, birbirimizi görmezden gelmelerimiz devam etti. hatta sırf aynı odada olmayalım diye geç saate kadar eve gelmeyişi bile olmuştu, belkide işi uzun sürüyordu bilemiyorum. ama ne olursa olsun, etrafa ben korece ögreneyim diye post-it asmayı asla kesmedi. tükce yazmaya özen vererek evin dört bir yanını post-it'lerle doldurmuş, odama çoğu egzersiz kitapları almıştı. sayesinde az çok anlayabiliyordum koreceyi ama ne onunla konuşmak, ne de kafamı ağrıtmak istiyordum. çünkü bizim konuşmamız güzel sonlanmıyordu, tabii buna ne kadar konuşma diyebilirsek.

arada sırada dışarı çıkıyordum, hatta sokakta korecemi geliştirmek adına insanların konuşmalarını dinleyip not almaya çalışıyordum. tabiikide başarısız oluyordum çünkü konuştukları benim anlayacağım dilden değildi, ayrıca çok hızlı konuşmaları kafamı karıştırıyordu. fakat hiç sıkılmadım, saatlerce dışarda oturup boş durmaktan bin kat daha iyiydi. zaten artık oturduğum mahalleye kendimi alıştırdığım için kaybolmam kesinlikle mümkün değildi. ayrıca Seonghwa her çıkmadan önce masanın üzerine evin adresini not ediyordu, çıktığımı biliyor olmalıydı.

"hey" oturduğum parkın bankında nerden geldiğini anlamadığım sese çevirdim kafamı. yanımda oturan ve üzerinde liseye ait olduğunu gösteren formasıyla bana şirince gülümseyen kıza baktım. çok güzel ve şirin bir kızdı, gülüşü insanın içini ısıtacak kadar saf ve samimi gelmişti. uzun saçları gözüme çarpan ikinci şey olmuştu, güneşin altında parıldıyordu.
saygılı olmaya çalışarak korece öğrendiğim ilk kelimeyi kullandım. karşımdaki kız gülerek karşılık verdi ve korece konuşmaya başladı. "ben korece anlamıyorum." dedim Ingilizce, üzüntümü fazla göstermek istemedim çünkü eğer normal şartlar içinde tanışsaydık kesinlikle ilk konuşan ben olurdum. yada bilmiyorum. burada kişiliğim fazlasıyla değişmişti, ben öyle kolayca susan bir kız değildim lakin her konuda sessiz kalan bendim. başımı tekrar ayaklarıma indirdiğim sırada

"ben ingilizce biliyorum." kafamı kaldırdığımda kızın gözlerine baktım. nasıl hissedeceğimi bilmiyordum, sadece şaşırdım. benim dilimi anlayan birisiyle ikinci karşılaşmamdı, ve nasıl tepki vermem gerekiyor hiç bilmiyordum.
"buna sevindim." dedim gülümseyerek. gerçi ne kadar iç açıcı görünüyordum bilmiyorum çünkü ne makyaj yapmıştım, ne de saçımla ilgilenmiştim. öylece çıkmıştım evden. onun evinden.

"ismim Sooyoung. Park Sooyoung."
"memnun oldum. bende Sun-Ah." bir an duraksadım. kendimi gerçek ismimle değil, onun bana itap ettiği isimle kendimi tanıtmıştım. bozuntuya vermemek adına ben konuştum.
"bir şeye mi ihtiyacın var?"
"hayır, sadece burada oturduğunu gördüm. birini beklediğini sandım ama bakılırsa kimseyi beklemiyorsun. bu yüzden geldim. yani, hep bir yabancıyla tanışmak istemiştim. ama nasıl yaklaşmam gerektiğini bilemedim. ve seni öyle görünce," duraksadı, ardından nefes alarak devam etti. "çok konuşuyorum demi?"

gülümsedim. "çok tatlısın." aklımdan geçen şeyi dile dökmeyi beklemediğim için konuyu değiştirmeye karar verdim. "kimseyi beklemiyorum, gelip konuşman beni memnun etti." dedim tüm dürüstlüğümle. Sooyoung gülümsedi ve başını hafif eğerek güldü.

"aynı ülkede yaşıyoruz ve aynı bankta oturuyoruz, neden tanışmıyoruz?"
"neden tanışmak istiyorsun? sana zarar verebilirim?"
"belki ben veririm?" dedi cüretkar bakışıyla.
"liseli birisi bana ne kadar zarar verebilir?"

duraksadı, haklı olduğumu bildiği için güldü ve baş parmağını bana işaret etti. "sen tehlikeli birisine benziyorsun." dedi. kahkaha atmamak imkansızdı benim için. "korece bile bilmiyorum, emin ol kendimden başka kimseye zararım olmaz."

"ingilizceyi nerden biliyorsun?" diye sordum.
"annem isviçreli. babamla avrupada tanışmışlar ve evde hep Ingilizce konuşuyoruz."
"fazla detay veriyorsun tehlikeli olduğunu düşündüğün birisine." şakaya vurduğumu belli etmek için güldüm. o da güldü. "ah, ben ve şu ağzım!"

ve böylelikle Sooyoung ile tanıştım. genç liseli bir kız, arkadaşı olmadığı için bankta oturan ilk yabancıyla konuşan tuhaf bir kız. fakat bana ilk adımı atması hoşuma gitti, hatta çok sevindim. çünkü ilk defa, hiç umursamadan tüm hayatımı ona anlattım. yabancıydı benim için, en fazla ne yapabilirdi bana? saatlerce konuştuk, ben anlattım o dinledi, ben güldüm o güldü, ban ağladım ve o da ağladı. beni dinleyen birisine derdimi anlatmak, ne kadar uzun süredir yapmamıştım bunu? belki de akıttığım göz yaşlarım yaşadıklarım için değil, sonunda beni dinlemeyi kabul eden birisine konuşmak içindi. bilemiyorum, fakat saatin geçtiğini hiç görmedim. Sooyoung gitmeden önce yarın aynı saatte aynı yerde buluşmak için sözleştik, gelmeyeceğini bilsem bile oraya gidecektim. çünkü içimi birine dökmek o kadar iyi gelmişti ki.

Saatin kaç olduğunu fark etmemiştim, havanın karardığını fark etmem sadece karnımım gurultusundan ibaretti. oturduğum banktan sonunda kalktığımda ilk defa eve bu kadar geç gidecektim. ama sorun değildi, nasıl olsa oppa beni görmemek için eve geç geliyordu. bu yüzden vaktimi ala ala yürüdüm sokakları, artık ezberine bildiğim bu sokaklar ilk baştaki gibi bana yabancı gelmiyordu. sadece sokaklar bazen çok dar oluyordu ve ordan yürümemek adına gittiğim başka bir yol vaktimi çok fazla aldı. yorulmuştum. eve gidip sadece duş alıp yatmak istiyordum.

eve yaklaştığımda, kapının önünde eğilmiş ve başını bacaklarına saklamış birisini görmek kalbimi yerinden çıkardı. yavaş adımlarla kapıya doğru yaklaştıkça, kalbim hızını arttırıyordu. gözlerim istemsizce dolmaya başladı. sonunda yanıma yaklaştığım beden, kafasını bacaklarından kaldırıp bana baktı. kalbim durdu, bedenimin tüm fonksiyonları durdu, saat durdu, dünyam durdu. hayır, dünyam başımdan aşağıya doğru kaynar su gibi döküldü. o sıra kolumdan tutan birisi bana nefes almayı hatırlattı.
"Sunay" iki ağızdan duyduğum isim. iki değişik adam. gözlerimi Seonghwa'dan çekip bakışlarımı ona çevirdim.
"senin burda ne bok işin var?" diyebildim sadece. beni terk eden nişanlım, sağ sağlam bir şekilde gözlerimin önündeydi.

dear diary, i think i fell in love - park seonghwaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin