Eylül 1893
Paris, Fransa
sevgi sevgiyi doğurur, nefret nefreti
nereden bilebilirim
hangisinin beni beklediğini
"Bu seferki gösteri çok ilgi çekecek gibi görünüyor."
Sevgi sevgiyi doğururmuş, nefret nefreti.
Ben değil, hemen yolun karşısındaki camekânlı dükkândan kalabalık sokağa dalga dalga yayılan ezgiler söylüyor bunu. Sevgi sevgiyi doğurur, diyor, nefret nefreti. Nereden bilebilirim hangisinin beni beklediğini?
"Sizce de öyle değil mi Bay Han?"
Bilemezsin, demek istedim ağır bir rüzgâr gibi ilerleyen bu şarkının sözleri her kime aitse. Sevginin de nefretin de ne zaman yolunu keseceğini bilemez insan. İki nefeslik kadar kısa bir zamanda bulabilirler seni, hiç beklemediğin bir anda işlerler kanına. Uyuyorsundur mesela, rüyanda ziyaretine gelirler, hiç yoktan hastalanıverir kalbin ; ya aşktan ya kavgadan. Güneş yıldızları uğurlayıp da göğün sahnesine çıktığında bambaşka biri olarak açabilirsin gözlerini. Ya da yürüyorsundur dümdüz taş bir yolda, bir adım sonrasını tahmin etmek ne mümkün? Adımlarının arasında dahi sıkışabilirler. İki göz görmeden âşık olursun, hiç fark etmeden nefret duyarsın. Böylesine vakitli vakitsiz çıkarlar karşına ; kapını çalmadan, haber yollamadan, seni olduğun gibi yakalayarak... Hâl böyleyken nasıl bilebilir insan bu yaramaz hislerle ne vakit karşılaşacağını? Davetsiz misafirler haber etmez ki gelmeden, ne zaman gelecekleri de, ne zaman gidecekleri de, gidip gitmeyecekleri de meçhuldür.
Hem doğurgandır duygular. Kimse çıkıp da birbirlerini tıpkı bir anne misali çoğalttığını, sonra besleyip büyüttüğünü inkâr edemez. Savaşlar nasıl çıkıyor sanıyorsunuz? Peki ya barış nasıl gösteriyor yüzünü bize? Nefret nefreti doğurunca savaş kapımızı çalıyor. Yerle bir ediyoruz birbirimizi o zaman. Nice canlar alıyoruz suçlu suçsuz, sayısız kalbi kirletiyoruz, pervasızca kusuyoruz bütün o açgözlü ilkel arzuları, en nihayetinde taş üstünde taş kalmıyor. Sonra, ufacık bir an içinde sevgiden sevgi doğuyor güç de olsa. Önce çocuklar küçük kolları arasına alıp büyütüyor onu, ardından gözü kararmış büyükler iyileşiyor birer birer, barış bize merhaba diyor o vakit. Bu barış öyle uzun soluklu olmuyor, olamaz, hiç olmadı zaten. Ama en azından doğuyor, diğer her şey gibi doğumunu bir yaşam ve ölüm izliyor olsa da doğuyor, açılan yaraların kabuk bağlayıp iyileşerek silik birer ize dönüşmesi için biçilen bir zaman dilimiymiş gibi. Sonsuza dek sürmeyen, yine de var olması kaçınılmaz olan.
"Bay Han?"
Hafifçe irkildim olduğum yerde. İnce bıyıklarının altındaki ağzında eğreti bir gülüş, üzerinde ütülü ve temiz kıyafetleri, başında fötr şapkası, ellerini arkasında bağlamış yanıt beklercesine bana bakan Lucien'e çevirdim bakışlarımı.
"Üzgünüm, dalmışım."
Üzgünüm, ben hiç kendimde olamıyorum ne zamandır.
Eylülün yağmur yüklü gri bulutları gökyüzünde kümelenmişken esen soğuk rüzgâr beyaz gömleğimden içeri süzülüp uzuvlarımı üşütse de koyu kahve ceketim ısıtıyordu beni az biraz. Başımdaki siyah fötr şapka saçlarımın uçuşmasını engelliyor fakat düşüncelerim bir türlü saçlarım kadar uslu duramıyordu. Kendimi toplamaya çalıştıkça daha da dağılıyordum. Bulunduğum anların içinden elimde olmaksızın sıyrılıyor, sonu belirsiz bir koşuya başlayıp beni de arkasından sürükleyen düşüncelerimin peşine takılmaktan başka bir şey yapamıyordum. Ellerim gibi zihnim de yıpranmıştı belki. İşini düzgünce yapamıyor, bir türlü odaklanmam gereken yeri bulamıyordu. Ya da kim bilir belki zihnim böylesine yıprandığı içindi bu kesiklerin fazlalığı. Biraz olsun odaklanmayı beceremediğim için dalgınlıkla yarıp duruyordum tenimi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
deli oğlanın türküsü, minsung
Fanficçok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum öldüklerimi sayıyorum, yeniden doğduklarımı anlıyorum, ama yepyeni anlıyorum bıktığımı evlerde, köşebaşlarında değişmek diyorlar buna değişmek