Hesiodos, Theogonia'sında her şeyden önce kaosun var olduğunu söylediğinde buna mecbur kaldığını düşünmüştüm. Dünyanın düğümleri öyle sıkı atılmış ki bütün bu kaosun bir zamanlar olmadığını düşünmek güç. Başı olmayan bir karmaşanın içine doğduk yani hepimiz. Düzen sonradan oluştu derken haklı mıydı bilmem, bir düzenin olup olmadığı dahi meçhul bana kalırsa. Belki göbek bağımızdan ölüm yasımıza dek bizimle olan kaosu öylesine kanıksadık ki sonunda onun bizim düzenimiz olduğuna inandık. Düğümlerimizi çözmeye çalışmaktan usanıp onların bir düğüm olduğunu reddettik ve olması gerektiği gibi olduğunu söyledik. Kendi yazdığımız gerçeklerle yaşadık, gözlerimize mil çektik, kaos hâlâ kaostu fakat düzenin çoktan doğduğunu düşündük, böylece karmaşanın kollarında büyüdük, ve bu bize hiç yanlış gelmedi. Çünkü Dostoyevski'nin dediği gibi, aşağılık insanoğlu her şeye alışır.
Aşağılık insanoğlunun soyundan geldiğimden olsa gerek, ben de alışmaya başlıyordum. Ya da alışmaya çalışıyor ve kendime bunu başardığımı söyleyerek mücadelemi kolaylaştırmayı deniyordum. Gözden kaçırdığım - işin aslı görmezden geldiğim - gerçek ise alışmanın çoğu zaman kolay olmadığıydı. Buna rağmen alışıyordum ; dünyanın her zaman olduğundan farklı görünmesine, düşlerime kahve harelerin uğramasına, burnumdaki gardenya ve çörek kokusuna, zihnime dolanan turuncu atkıya, yüreğimdeki çocuksu kıpırtılara, özlemeye, kırılgan bir ruhu koruma arzusuna, içimde kök salan her duyguya, Minho'ya...
Kendime yabancı geliyordum son günlerde, aynadaki çehremde tanıdık olmayan izler buluyordum. Gözlerimde daha önce görmediğim ışıklar titreşiyordu, içimdeki sokakların bozuk lambaları ansızın yanmaya başlamış ya da kalbimde tutuşan bir mumun alevi ta gözlerime dek ulaşmış gibi. Solgundum, fakat canlıydım. Yorgundum, fakat ruhumdan söz geçiremediğim tatlı hevesler dökülüyordu. Hiçbir şikayetim olmaksızın, günden güne büyüyen kalbimle olanca çelişkinin arasında kalmıştım. Darmaduman edip bırakan çelişkilerden değil ama, bir şekilde mutluluk veren bir şeydi bu. Ele avuca sığmaz bir merakı beraberinde getiren, güvenli bir şey.
Zıtlıkların arasında yetiştiğimiz için mi acaba bu dengesizliklerimiz diye düşünüyorum bazen. Ben kimi zaman çok düşünürüm. Haddimden fazla düşünürüm, kafamın surlarına havan mermileri yağdıracak kadar düşünürüm, içimde taş üstünde taş kalmayana dek düşünürüm, düşünürüm, düşünürüm, sonra saatlerce yürümüş fakat hiçbir yere varamamış birinin yorgunluğu ve kırgınlığıyla uyuyakalırım kendi savaş meydanımın ortasında.
Çalışma masamdaki dağınıklığın da Hesiodos'un bahsettiği kaosa dahil olup olmadığını merak ederken bir yandan da elimden geldiğince toparlamaya çalışıyordum atölyeyi. Seungmin gelecekti, fakat bu hazırlık o geleceği için değildi. Yalnız başına gelecek olsaydı muhtemelen masamda oturmuş çalışıyor olurdum. Kayıtsızca kapıyı açardım, Seungmin kısa ve samimi bir selam verip içeri girerdi, ben çalışmaya dönerken bize çay hazırlardı, o hafta gazeteye gönderdiği tefrikadan bahsederdi, yaptığım kuklalarla ilgili sorular sorardı ve arada bir şakalar yaparak ikimizi de güldürürdü. Onun uğramaları hep böyle olurdu, tıpkı mutlu aile evlerinde yanan odun sobalarında olduğu gibi tanımlanamayan bir huzur yükselirdi varlığından. Bu yüzden o geldiği için işime ara vermek zorunda hissetmez, ne yapıyorsam onu devam ettirirdim. Bugünün diğer günlerden ayrılmasına neden olan şey dün atölyeme uğrayıp yarın Changbin'le birlikte geleceklerini söylemesi ve hevesle gülümserken beni onunla tanıştırmak istediğini eklemesiydi. Şimdi her yerin her yerde olduğu atölyemi düzenlemeye çalışıyordum. Dağınık kalırsa Seungmin bu ilk tanışmayı umursamadığımı, bu yüzden de pek özenmediğimi düşünebilirdi ve bu onun hassas kalbinde sızlayan ince yaralar açardı. Hiç istemezdim öyle olmasını, hiç.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
deli oğlanın türküsü, minsung
Fanfictionçok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum öldüklerimi sayıyorum, yeniden doğduklarımı anlıyorum, ama yepyeni anlıyorum bıktığımı evlerde, köşebaşlarında değişmek diyorlar buna değişmek